NEVE ŞALOM SİNAGOGU
Neve Şalom Sinagogu, bölgedeki iki sinagog Galata ve Beyoğlu’nun hızla artan Yahudi nüfusunun dinî ihtiyaçlarına cevap veremez olunca 1938’de, Büyük Hendek Caddesi üzerindeki Birinci Karma Musevi Okulu tadil edilerek açıldı. Gerekli izinler alınmadığından İstanbul Valiliği, binanın okul olarak eski haline dönmesini istedi. Bu nedenle okulun tören salonu bir süreliğine ibadet için kullanıldı. 1948 Pesah (Hamursuz) Bayramı’nın ilk günü cemaat yönetimi, yeni kurulacak sinagogun isminin Neve Şalom olacağını ve bu adın şimdilik bu salon için de kullanılabileceğini açıkladı. Neve Şalom, “barış vahası” anlamına geliyor ve bu ismi taşıyan sinagoglara İstanbul’un eski dönemlerinde de rastlanıyor.
1949’da Galata cemaati inşaat izni aldı ve İtalyan mimar Denari’ye bir proje hazırlattı. Bu sırada İstanbul Teknik Üniversitesi’nden yeni mezun olan Elyo Ventura ve Bernar Motola, kendilerine bir fırsat verilmesini isteyerek bir proje tasarladı ve bu proje cemaat tarafından kabul edildi. Elyo ve Bernar’ın en önemli sorunu, görkemli ve ağır avizeyi taşıyabilecek bir kubbe inşa etmekti. Kubbenin hesabını ünlü mimar Bodin, dökümünü de Garbis Usta yaptı. Vitraylar Güzel Sanatlar Akademisi’nde çizildi, camlar İngiltere’den ithal edildi. Neve Şalom Sinagogu, 25 Mart 1951 Pazar sabahı saat 10.30’da, cemaatin dinî lideri Rav Rafael Saban önderliğinde, görkemli bir törenle açıldı. O günlerde sinagogun caddeye cephesi yoktu ve içine dar bir geçitten girilirdi. Öndeki bina satın alınıp yıkıldı ve 1960’ta ön cephe inşaatı da tamamlandı.
1986 VE 2003 SALDIRILARI
Neve Şalom Sinagogu, kimi cemaat mensuplarının bireysel hafızasında düğün, sünnet, cenaze, Bar Mitzva ve Bat Mitzva gibi törenlere ve Pesah, Roş Aşana ve Yom Kippur gibi dinî bayramlara ev sahipliği yapmasıyla anılsa da genellikle uğradığı iki büyük saldırıyla hatırlanıyor.
İlki 6 Eylül 1986 Cumartesi günü Şabat ibadeti yapılırken sabah 09.17’de içeriye bomba ve makineli tüfeklerle giren teröristlerin açtığı ateş sonucu 22 kişinin hayatını kaybettiği saldırıydı. Saldırıyı üstlenen örgütler arasında Ebu Nidal öne çıktı. Saldırıdan sonra sinagog onarıldı ve 20 Mayıs 1987’de devlet yetkililerinin de katıldığı kalabalık bir törenle tekrar ibadete açıldı. Salonda Tevrat rulolarının saklandığı ve bir sinagogun en kutsal yeri olan Ehal dolabının sol üst köşesindeki kararmış mermer, 09.17’de takılı kalan saat ve birkaç koltukta bulunan kurşun ve bomba izleri, o günün unutulmaması için aynen bırakıldı.
İkinci saldırı ise 15 Kasım 2003 Cumartesi günü, yine içeride Şabat ibadeti yapılırken gerçekleştirilen ve teröristlerin araçlarında bulunan çok miktarda patlayıcıyı kapı önünde patlatmaları sonucu 23 kişinin hayatını kaybettiği saldırıydı. Bu kişilerden 6’sı içeride ibadet edenler, 5’i koruma görevlisi, 1’i polis ve 11’i de sokaktaki vatandaşlardı. İkinci saldırı, 15 ve 20 Kasım 2003 tarihlerinde, İstanbul’da dört farklı noktada, bomba yüklü kamyonetlerin infilak ettirilmesiyle gerçekleştirilen bir dizi intihar saldırısından biriydi. Diğerleri yaklaşık aynı vakitte Şişli’deki Beth İsrael Sinagogu’na, beş gün sonra Birleşik Krallık İstanbul Başkonsolosluğu’na ve Levent’teki HSBC binasına yapılan saldırılardı. Saldırılarda dört intihar eylemcisi dahil 59 kişi hayatını kaybetti, 750 kişi yaralandı. Eylemleri El Kaide’nin Türkiye yapılanmasının gerçekleştirdiği tespit edildi. İki saldırıda hayatını kaybedenlerin isimlerinin yazılı olduğu bir levha, sinagogun iç girişinde yer alıyor.
Neve Şalom Sinagogu’nun duvarları daha önceki saldırı sonrasında güçlendirilmiş olduğundan içeride değil de dış cephe ve civar binalarda ciddi hasar meydana geldi. Patlamanın olduğu yerde yaklaşık üç metre çapında ve iki metre derinliğinde bir çukur oluştu. Neve Şalom’a yönelik saldırıda ölen altı Yahudinin cenazesi, 1986’daki saldırıda ölenlerin yattığı Ulus Akşenaz Mezarlığı’ndaki anıt mezarın ön bölümüne defnedildi.
Neve Şalom’a yönelik daha küçük çaplı bir saldırı ise 1 Mart 1992 Pazar günü öğleden sonra saatlerinde gerçekleştirildi. Hizbullah mensubu teröristler sinagoga el bombası atmış, yeni güvenlik önlemleri sayesinde saldırı etkili olmamış ve bir kişi hafif yaralanmıştı.
Türkiye vatandaşı Yahudilerin, İsrail’e tepkinin hedefi haline gelmesi durumuna sık rastlıyoruz. En bilinen Yahudi mekânlarından Neve Şalom da bundan payını alıyor. Son olarak 20 Temmuz 2017’de Alperen Ocakları mensubu bir grup, İsrail devletinin Mescid-i Aksa’nın girişine dedektör koymasını protesto etmek için Neve Şalom’un kapısına tekme ve taş atıp “Biz de sizi sokmayız, tüm sinagogları kuşatırız” diye tehditler savurdu.
Hayatını kaybedenler
6 Eylül 1986’daki saldırıda hayatını kaybedenler: David Behar (Haham), Aşer Ergün (Hazan), Daniel Daryo Baruh (Gabay), Eliyezer Hara (Gabay), Yuda Leon Atalay (Şamaş), Dr. Moiz Şaul, Leon Levi Musaoğlu, Mirza Ağajan Babazadeh, Rafael Rafi Nassımıha, Binyamin Ereskanazi, Avraam Eskenaz, Jozef Alhalel, İsak Barokas, Bensiyon Levi, Salamon Angel, Şalom Çittone, İbrahim Ergün, İsak Gerşon, Robert İ. Özfis, Moiz Levi, Yako Matalon, Sefanya Şenkal.
15 Kasım 2003’teki saldırıda hayatını kaybedenler: Ahmet Özdoğan, Anette Rubinstein Talu, Anna Rubinstein, Avram Varol, Berta Özdoğan, Bülent Bostanoğlu (Polis), Emin T. Yakupoğlu (Güvenlik Görevlisi), Fasıl Süslü, Hakan Yüksel, İsrael Yoel Ülçer, Kaya Kaya, Mehmet Eruş, Mehmet Ateş (Güvenlik Görevlisi), Mesut Gürol, Murat Şahin, Mustafa Yenier (Güvenlik Görevlisi), Naşit Gürel (Güvenlik Görevlisi), Nurettin Aydın, Oğuz Kızılırmak, Ömer Yazar, Saadet Güneş, Serkan Balcı (Güvenlik Görevlisi), Yona Romano.
TÜRK MUSEVİLERİ MÜZESİ
Daha önce Karaköy Perçemli Sokak’taki Zülfaris Sinagogu’nda yer alan 500. Yıl Vakfı Türk Musevileri Müzesi, 2015 Aralık’ında Neve Şalom Sinagogu kompleksine taşındı. 1823’te eski temeller üzerine inşa edilen Zülfaris Sinagogu, 1890’da Kamondo ailesinin maddi desteğiyle onarılmış ve 1904’te ciddi bir tadilattan geçmişti. 1983’te gerçekleşen son düğünden sonra ise civarda ikamet eden pek Yahudi kalmadığı için kapandı. 1992’de Neve Şalom Sinagogu, binayı Türk Musevileri Müzesi olarak kullanılmak üzere 500. Yıl Vakfı’na tahsis etti. Müze, 2001-2015 yılları arasında burada hizmet vermesinin ardından yeni mekânına taşınırken hem içeriği hem de sergileme tekniği yenilendi. Üç bölümden oluşan müzede Türkiye Yahudilerinin tarihi ve kültürel mirası, ülkenin sosyal ve devlet yaşamına olan katkıları kronolojik bilgiler eşliğinde sergileniyor. Müze’yi Neve Şalom Sinagogu’ndan ayıran cam bölme sayesinde de ziyaretçiler, sinagogda gerçekleşen dinî törenleri izleyebiliyor.
Müzenin Neve Şalom Sinagogu’na taşınmasıyla değişen önemli bir diğer şey de Yahudilerin Cumhuriyet döneminde maruz kaldığı ayrımcılığa dair bölümlerin eklenmesi oldu. Bu bölümler, Yahudi vatandaşlara yönelik 1934 Trakya pogromu, 1941’de gayrimüslim erkeklerin Bayındırlık Vekaleti’nde amele olarak çalıştırılmak üzere askere alınması, 1942 Struma faciası, 1942’de kanunlaşan Varlık Vergisi uygulamasıydı. 500. Yıl Vakfı’nın, Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in Yahudilere yönelik tavrını olumlayıcı söyleminin böylelikle bir nebze olsun kırıldığını görebiliyoruz.
1989’da Müslüman ve Yahudi 113 Türkiye vatandaşı tarafından kurulan 500. Yıl Vakfı, adını 1492’de Osmanlı’nın İspanya’yı terk etmek durumunda kalan Sefarad Yahudilerini kabul etmesinin 500. Yıldönümünden alıyor. Vakfın Kuruluş Senedi’nin 3. Maddesinde dile getirilen amaçlarından biri, “Din ve vicdan hürriyetlerini korumak için bağnazlık ortamından kaçarak Türk toprağını vatan seçen Musevilere kucak açan Türk milletinin insancıl yaklaşımını en geniş şekilde yurt içinde ve yurt dışına duyurmak ve Musevi yurttaşlarımızın şükran ifadelerinin açıklanmasına yardımcı olmak.” Vakıf bu kapsamda bugüne kadar yurt içinde ve yurt dışında pek çok etkinlik düzenledi, Türkiye’nin soykırım ve hak ihlalleriyle anılmaması, İsrail’le ilişkilerinin düzelmesi ve AB üyeliği için uğraştı. Bunu yaparken Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde Yahudilere yönelik ayrımcı politikaları ve anti-semitizmi görmezden gelip Osmanlı İmparatorluğu’nun 1492’de Sefarad Yahudilerine, Türkiye Cumhuriyeti’nin İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerden kaçan akademisyenlere kucak açmasını vurguladı.
Dedemin elinden tutarak o kapıdan hoplaya zıplaya geçtiğim günler, artık silik bir anı benim için. O ahşap kapı yerini patlamaya dayanıklı çelik kapılara, benim hep aynalı dediğim kurşungeçirmez camı olan hücrelere bıraktı. O camın arkasında bir görevli olur, bazen bir şeyler sorardı işi olan ‘güvenlik’ gereği. Sesi de insan sesine benzemez, aradaki hoparlörün metalik tınısı yüzünden irkiltici bir şeye dönüşürdü. Ağır demir kapılardan birinin açılması için diğerinin kapanmasını beklerken büyüdüm ben, biraz daha ağır başlı oldum o günlerde. 2003’te ise artık yetişkindim. İlk defa korkmuş bir yetişkin.
Müstear adıyla Hayri Çavuş’un Avlaremoz sitesi için kaleme aldığı yazıdan alıntılanmıştır.
VARLIK VERGİSİ
İkinci Dünya Savaşı yıllarında, 11 Kasım 1942’de kabul edilen Varlık Vergisi Kanunu’nun gerekçesi, savaş zenginlerini vergilendirip ekonomik sıkıntıların paylaşılmasını sağlamak, devletin olağanüstü artan harcamalarını yeni gelir kaynaklarıyla karşılamak, piyasada mevcut para miktarını azaltmak ve mal yokluğunu ortadan kaldırmak olarak ifade edilir. Haklı bir temele dayanıyor gibi görünen bu kanun, uygulamada gayrimüslimleri hedef aldığı için kökleri İttihat ve Terakki iktidarı döneminde atılmış olan “Türkleştirme” politikalarının bir parçası olarak görülebilir. Türkleştirme, Türk etnik unsurunu, konuşulan dilden okullarda öğretilecek tarihe, ticari ilişkilerden devlet kadrolarına kimin alınacağına, hayatın her alanında hâkim kılma çabasıdır. Ticari faaliyetleri gayrimüslimlerin elinden alıp Türklere aktarmayı amaçlayan Varlık Vergisi, 6-7 Eylül 1955 olayları ve 1964’te İstanbul Rumlarının sınır dışı edilmesiyle aynı çerçevede ele alınabilir.
Dönemin İstanbul defterdarı Faik Ökte’nin Varlık Vergisi Faciası başlıklı anıları (1951), bu konudaki temel kaynak kabul ediliyor. Ökte, anılarında verginin nasıl ayrımcı ve keyfî bir şekilde uygulandığını detaylarıyla anlatıyor. Uygulamada yükümlüler, Maliye Bakanlığı’nın belirlediği dört gruptan birine göre vergilendiriliyor: M grubu (Müslümanlar) takdir edilen matrahın (vergiye esas alınan miktarın) yüzde 12,5’ini; G grubu (gayrimüslimler) yüzde 50’sini; D grubu (dönmeler) yüzde 25’ini; E grubu (ecnebiler) yüzde 12,5’ini ödemekle yükümlü. 18 Kasım 1942’de vergi listeleri yayınlandığında görülüyor ki Varlık Vergisi’nin yüzde 70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmiş. Bunların da yüzde 87’si gayrimüslim. Gayrimüslimlere uygulanan vergi oranları Müslümanlara uygulananlara göre kat kat daha ağır. Ökte’ye göre, Varlık Vergisi kapsamında toplanan 315.000.000 lira verginin 280.000.000 lirasını gayrimüslimler ödemiş. Bu rakamlar, 1942-1944 yılları arasında gayrimüslim Türkiye vatandaşlarının mal varlıklarının önemli bir bölümünü kaybettiğine işaret ediyor.
Servet ve kazanç sahiplerinin servetleri ve olağanüstü kazançları üzerinden bir defaya mahsus alınacağı açıklanan vergi, alt sınıfların yükünün paylaşılacağı anlamına geldiği için olumlu karşılanmıştı. Basında zaten epeydir mal darlığından ve bu ortamdan yararlandıkları belirtilen gayrimüslimlerden şikâyet edilmekteydi. Bir kez daha gayrimüslimlerin ekonomik refahı onları hedef haline getirdi. 1942 yaz ayları boyunca bu karalama devam etti ve özellikle azınlık karşıtı karikatürlerde halkın sırtından kazanç elde eden zengin tiplemesinde Yahudiler kullanıldı. Vergi miktarını belirleyen komisyonların üyeleri genellikle CHP üyesi Müslüman Türklerdi. Bu komisyonların tespit ettiği vergi miktarının değişmezliği de hükme bağlandı ve 12. Madde gereği, mükellefler vergilerini 15 gün içinde yatırmak zorundaydı. Gecikme halinde ilk iki hafta için faiz uygulanacak, bu süre içinde de vergisini ödemeyenlerin ev ve iş yerleri haczedilerek vergi tahsilatına başlanacaktı. Komisyonlar, insan kayırma, torpil, rica baskısı altında, somut verilerden çok kanaatlere dayanarak, gerçek zenginliğe değil gösterişçi hayat tarzına göre vergileri belirledi.
Yüksek vergileri ödemek istemeyen ya da ödeyecek durumda olmayan bazı mükellefler yurtdışına kaçmaya çalıştı. Kaçamayan veya kaçmak istemeyenlerden haraç mezat satılan mallarının bedeli vergilerini karşılamayan 1000’i aşkın mükellef, 27 Ocak 1943’ten itibaren Eskişehir’in Sivrihisar ve Erzurum’un Aşkale ilçelerindeki çalışma kamplarına gönderilmek üzere bazı merkezlerde toplandı.
Aşkale sürgünleri ancak Avrupa’da savaş cephesindeki gelişmeler ve ABD Başkanı Roosevelt ve Britanya Başbakanı Churchill’le görüşmek üzere İsmet İnönü’nün Kahire’ye gitmesinin arifesinde, 17 Aralık 1943’te evlerine dönebildi. Varlık Vergisi, Yahudilerin ABD nezdinde yaptıkları lobi faaliyetleri sonucu ABD’nin Türkiye’ye baskıları ve Nazilerin yenileceğinin anlaşılması sayesinde 15 Mart 1944’te kaldırıldı. Ancak kaldırılana kadarki insafsız uygulama sonucu gayrimüslimlerin topluma entegrasyon süreci olumsuz etkilendi ve takip eden dönemde pek çok azınlık mensubu Avrupa, Amerika ve daha sonra 1948’de kurulan İsrail’e göç etti. 1927’de nüfusun yüzde 2,78’ine denk gelen gayrimüslimler, 1955’te yüzde 1,08’ine denk gelmekteydi. Vergiden en çok etkilenen şehir olan İstanbul’un çok dinli ve çok kültürlü yapısı ciddi zarar gördü. Büyük bir servet transferi söz konusuydu; vergiyi ödemek için değerinin altında satılan gayrimenkullerin yüzde 67’sini Müslüman Türkler, yüzde 30’unu resmî ve yarı resmî devlet kurumları satın aldı. İstiklal Caddesi’ndeki kimi binaların “gayri millî unsurlar” olarak algılanan azınlıklardan devlet kuruluşlarına geçmesi basında olumlandı ve azınlıkların ve yabancıların ikamet ettiği, gösterişçi tüketim ve israfla anılan Beyoğlu’nun “Türkleştirilmesi” önerileri dahi dile getirildi.
OSMANLI'DA VE TÜRKİYE'DE YAHUDİLER
Yahudiler, Türkiye’de sayıları giderek azalan azınlıklar arasında Ermenilerden sonra en büyük ikinci grubu oluşturuyor. 1914 ve 2015 nüfus sayımlarındaki gayrimüslim nüfus rakamlarına baktığımızda oransal değişimin büyüklüğü açıkça görülebiliyor: 1914’te 13.500.000 toplam nüfusun yüzde 20’si gayrimüslimken (Ermeniler 1.700.000 / Rumlar 1.553.000 / Yahudiler 136.000), 2015’te 70.000.000 toplam nüfusun sadece yüzde 1’i gayrimüslim (Ermeniler 50.000 / Rumlar 3.000 / Yahudiler 17.000).
Osmanlılar, 1324’te Bursa’yı ele geçirip Bizanslıları kovduğunda Yahudiler orada bir cemaat olarak bulunuyordu. 14. yüzyılda Avrupa topraklarından kovulanlar da Osmanlı’ya sığınmıştı ama asıl büyük göç, 1492’de İspanya ve Portekiz’in topraklarındaki Sefarad Yahudilerini kovmasıyla yaşandı. Aynı dönemde İtalya’dan ve Bohemya’dan kovulan Yahudiler de Osmanlı’ya sığındı. Millet sistemi dahilinde bütün gayrimüslimler inanç, ibadet ve eğitim alanlarında geniş bir özerkliğe sahipti ancak sosyal alanda bazı kısıtlamalar mevcuttu. Evlerinin farklı renk ve yükseklikte, kıyafetlerinin farklı renk ve kumaştan olması gerekiyor, izinsiz ata binemiyorlardı. Gayrimüslimler silah taşımaz ve askerlik yapmaz, egemenlikle ilgili üst düzey kamu görevlerinde bulunamazlardı. Yine de hâkim millet içinde erimeleri gibi bir beklenti yoktu.
İttihat ve Terakki döneminden itibaren uygulanan Türkleştirme politikaları ise gayrimüslimleri ötekileştirip nüfusu homojenleştirme amacı taşıyordu. Yahudiler için Ermenilere veya Rumlara olduğu gibi soykırım ve kitlesel yerinden edilme söz konusu olmadı ama türlü ayrımcılık ve hatta toplu yağma ve kovma teşebbüsüyle karşı karşıya kaldılar. Türkiye’deki Yahudilerin tarihine dair pek çok önemli çalışması yayımlanan Rıfat Bali, seküler olduğunu iddia eden Türkiye
Cumhuriyeti’nde Yahudilerin hiçbir zaman tam bir vatandaş olarak görülmediklerini ifade ediyor. Cumhuriyet’in ilk yıllarında düzenlenen “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları, doğrudan Yahudileri hedef alıyordu. Zor kullanılarak sürdürülen bu kampanyalarla, kamusal alanlarda Türkçe konuşmayanlar baskı görüyordu. Yahudilerin durumunu Ermenilerden ve Rumlardan farklı kılan, konuştukları dilin devletin millî dil olarak kabul ettiği İbranice değil, önce İspanyolca daha sonra da Alliance okullarının etkisiyle Fransızca olmasıydı. Onları kovan ülkenin dilini konuşmaları nankörlük, Fransızca konuşmaları da Türkçe’ye tenezzül etmemek olarak algılandı, kamuoyu ve basın Yahudileri sürekli eleştirdi. Yahudiler, genel anlamda Türkleşmemekle, Türk kültürünü benimsememekle suçlandılar.
1934’te “Trakya Olayları” meydana geldi. Bölgenin Yunanistan ve Bulgaristan sınırlarına yakınlığı, orada yaşayan Yahudileri potansiyel düşman ve tehdit olarak görmeyi kolaylaştırdı. Haziran ayında Yahudiler önce Türkçe konuşmaları için zorlandı, ardından mallarına ambargo kondu ve en nihayet korkutma, sindirme, dövme ve ırza tecavüz yoluyla göçe zorlanmaya başladı. 28 Haziran-4 Temmuz 1934 tarihleri arasında, Çanakkale, Kırklareli, Babaeski, Lüleburgaz, Edirne ve Uzunköprü’de gerçekleşen saldırılar karşısında güvenlik güçleri gerekli önlemleri almadı. Hükümet, suçu yerel yöneticilere attı ve saldırılardan haberdar olmadığını iddia etti. Olayların ardından Trakya Yahudilerinin çok büyük bir bölümü bütün mal ve mülklerini bırakarak İstanbul’a göç etti, bu göç 1942’den sonra yurtdışına yöneldi. Trakya Olayları’ndan sonra Yahudileri doğrudan etkileyen uygulama, 1942’de yürürlüğe giren, gayrimüslimlerin mallarının devlete ve Türk sermayesine devrini amaçlayan Varlık Vergisi uygulamasıydı.
Türkiye, 2. Dünya Savaşı’nda tarafsızlığını ilan etmiş olsa da Almanya’dan kaçan Yahudilere vize vermemiş ve yalnızca üniversitelerde çalışacak bir grup akademisyeni kabul etmişti. Kimileri Türkiyeli diplomatların o dönem 35.000 Yahudiyi kurtardığını iddia etse de tarihçi Corry Guttstadt, Türklerin Avrupa’da yaşayan Osmanlı/ Türkiye kökenli 25.000 Yahudiyi Nazilerin soykırım aygıtının eline teslim ettiğini gösteriyor. Osmanlı’nın son dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra Avrupa’ya göç eden ve beş yıl boyunca konsolosluğa gidip kayıt olmadıkları için TC vatandaşlıkları düşen binlerce Yahudi, Almanya’nın “tarafsız ülkesiniz, vatandaşlarınızı alabilirsiniz” uyarılarına rağmen kamplara ve ölüme terk edildi.
Türkiye devleti ayrıca, 2. Dünya Savaşı’nda Romanya’dan Filistin’e gitmeye çalışırken yolda bozulan Struma gemisine karaya çıkma izni vermeyerek gemidekilerin açlık ve hastalıkla boğuşmasından ve sonrasında römorklarla Şile’ye çekilen geminin bir Sovyet denizaltısı tarafından batırılmasıyla içinde bulunan 781 Yahudinin ve 10 mürettebatın ölümünden de sorumluydu. Geminin Filistin’e gitmesinin engellenmesinde İngiltere’nin de payı vardı zira İngiltere, orada kurdukları yönetimin kitlesel Yahudi göçüyle tehlikeye gireceğini hesaplamıştı.
Bugün Türkiye’deki Yahudilerin yüzde 90’ı İstanbul’da yaşıyor. İstanbul dışında en kalabalık nüfus, 1.500 kişiyle İzmir’de. Adana, Ankara, Bursa, Çanakkale, İskenderun ve Kırklareli’nde çok düşük sayıda Yahudi nüfus var. Türkiye’deki Yahudi nüfusun yüzde 96’sı Sefarad, yüzde 4’ü ise Aşkenaz. “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları, aksanlı konuşmanın yaratacağı dışlanma ve Yahudi olmanın anlaşılmasını istememe gibi nedenlerle pek çok Yahudi adını ve soyadını Türkçeleştirdi ve yeni nesiller Judeo-Espanyol dilini öğrenmedi. Yahudiler, toplumdaki anti-semitizmden kendilerini bu şekilde korumaya çalıştı.
Yakın dönemde İspanya ve Portekiz’in 1492’de kovulan Yahudilere vatandaşlık başvurusu hakkı tanıması, AB üyesi bir ülke vatandaşı olup vize muafiyetinden yararlanmak isteyen Türkiyeli Yahudileri harekete geçirdi. Türkiye’deki Yahudiler, Batı’ya ve kuruluşundan itibaren de İsrail’e göç etti. Bu göçü tetikleyen faktörler, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki buhranlar, 6-7 Eylül pogromu, 27 Mayıs İhtilali, 1970’li yıllardaki sağsol çatışmaları, 12 Eylül Darbesi gibi siyasi ve ekonomik buhranlar ile Ortadoğu’da İsrail’in taraf olduğu savaşların veya askerî harekâtların Türkiye’de İslâmcı ve milliyetçi kesimde yarattığı anti-semit dalgalar oldu. Sanılanın aksine, son yıllarda ciddi bir göç yaşanmadı. Yine de Türkiye’nin son dönemde yaşadığı sorunlar, yükselen otoriterleşme, artan kutuplaşma ve İsrail devletine yönelik tepkilerin doğrudan Türkiye’de yaşayan Yahudileri hedef alması, özellikle genç Yahudi vatandaşların göçü düşünmesine neden oluyor.
Türkiye devleti bir yandan Edirne’deki Büyük Sinagog’un restorasyonu için 2.500.000 dolar harcayıp, Birleşmiş Milletler Holokost Anma Günleri ve hatta Struma anmaları düzenlerken bir yandan da son derece yaygın anti-semit nefret söylemlerine göz yumup, hatta bazen yeniden üretiyor ve vatandaşı Yahudilerin hedef haline gelmesini engellemeye yönelik bir çabada bulunmuyor.