İstanbul deyince Osmanlı döneminden kalan hanlar arasında ilk akla gelenlerden biri olan Sirkeci’deki görkemli Sansaryan Han’ın adı, binayı 1895’te mimar Hovsep Aznavur’a yaptıran Mıgırdiç Sanasaryan’dan geliyor. Bu nedenle hanın gerçek adı Sanasaryan Han. Hovsep Aznavur aynı zamanda dünyanın ilk prefabrik demir yapısının da mimarıydı. İki adet olan bu prefabrik demir yapılardan bugün sadece biri, ilk olanı ayakta ve o da İstanbul Balat’ta 1898’de açılan Bulgar Sveti Stefan Kilisesi (Bulgar Kilisesi).
Sanasaryan Han, İstanbul Valiliği kayıtlarında Sirkeci’de Hamidiye Caddesi üzerinde Mimar Kemalettin Sokak’a cepheli, biri bodrum olmak üzere altı katlı, iç avlulu, yeni-klasik tarzda, başta kagir olarak yapılmış, yığma bir taş bina olarak geçiyor. Vakıflar Genel Müdürlüğü, hanın mülkiyeti ve kullanımına ilişkin mahkeme kararının çıkmasını beklemeden, Temmuz 2013’te, binayı ihale usulüyle kiraya verdi. İhaleyi 18 ay tadilattan sonra binayı otel olarak hizmete açmak üzere, aylık 235.000 lira karşılığında Özgeylani İnşaat kazandı. Ancak Yargıtay, 2018’in Şubat ayı sonunda verdiği kararla Sanasaryan Han’ın tapusunun Ermeni Patrikhanesi’ne iadesi için açılan davanın kabul edilmesi gerektiğine karar verdi. Bu durumda dava tekrar 1. derece mahkemeye iade edilerek yeniden görülecek.
Uzun yıllar Vakıflar Genel Müdürlüğü ve İl Emniyet Müdürlüğü olarak kullanılan bina sonrasında İstanbul Adliyesi Hukuk Mahkemeleri olarak da işlev gördü. Sanasaryan Han, namını Emniyet Müdürlüğü olarak işlev gördüğü sırada burada gözaltında tutulan Türkiye Komünist Partisi mensuplarına, milliyetçilere ve trans bireylere yapılan işkenceye ve kötü muameleye borçlu. Ancak Türkiye yakın tarihinin karartılan bir başka dönemi ve uygulaması nedeniyle de odakta: 1915 Ermeni Soykırımı sırasında el konulan Osmanlı vatandaşı Ermenilerin mülkleri ve bugüne kadar süregelen cemaat vakıflarının el konulan varlıklarının iadesi meselesi.
Binaya adını veren Mıgırdiç Sanasaryan, araziyi 1889’da, 19.000 Osmanlı altını karşılığında Çerkez İsmailpaşazade İhsan Bey’den satın aldı. 1818’de Tiflis’te doğan Sanasaryan’ın Van yerlisi babası Sarkis Sanasaryan ve Vanlı tüccar Kevork Seyran’ın kızkardeşi olan annesi Mariam, Osmanlı devletinin Ermenilere karşı baskılarından kaçarak Tiflis’e göç etmişti. Mıgırdiç, Tiflis’teki Nersesyan Okulu’nu bitirdi ve eğitimine Surp Gazar Manastırı’nda devam etmek için Venedik’e doğru yola çıktı. Ancak yolda babasının ölüm haberini alarak Erzurum yakınlarından geri döndü. Genç yaşında orduya katılarak 1845’e kadar Rus ordusunda hizmet verdi ve gösterdiği başarılar nedeniyle sadece madalya almakla kalmadı, yüklü bir para ödülüne de layık görüldü.
Sanasaryan’ın bundan sonraki hikâyesi Zakarya Mildanoğlu’nun Agos Gazetesi için 2014’te kaleme aldığı yazıda şöyle anlatılıyor: “Tiflis’ten göç ederek Petersburg’a yerleşen Mıgırdiç Sanasaryan, babasından devraldığı müteşebbis ruhla Rus kapitalizminin kapılarını araladı. Kafkas Mercury Gemi Şirketi’nin hisselerinin önemli bir kısmını satın aldı. Diğer hisse sahipleri ile girdiği insani ilişkiler onu şirketin yönetim kurulu başkanlığına kadar yükseltti. Şirket, 1889’da Sanasaryan’ın 25. yıl jübilesini yaparak gemilerden birine Mıgırdiç Sanasaryan adını verdi. Sanasaryan yaşamı boyunca ticari faaliyetleri ile önemli bir zenginliğe kavuştu ve varlığının bir kısmını hayır işlerine vakfetti. Petersburg’daki evi, Ermeni ve Gürcü öğrenciler için bir sığınak oldu. Gençliğinde eğitime susamış olan Mıgırdiç Sanasaryan, Ermeni toplumunun eğitim hayatını faaliyetlerinin ilk sırasına yerleştirdi ve maddi yardım talep eden hiçbir öğrenciyi geri çevirmedi. Petersburg’da ilerici kişilerle temasa geçerek Rus eğitim sistemini ve Avrupa eğitim hayatındaki güncel gelişmeleri Batı Ermenistan’da yaygınlaştırmayı hedefledi. İstanbul gibi Avrupa’ya yakın Ermeni yerleşimlerinin tiyatro, edebiyat, müzik gibi olanaklarını eğitim seviyesi düşük taşraya taşımayı istiyordu. Bu ve benzeri nedenlerle Batı Ermenistan’da Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bir merkezde okul açmak için çalıştı.”
Mıgırdiç Sanasaryan, 1881’de Erzurum’da Sanasaryan adlı bir okul açtı. Sirkeci’deki hanı da bu okula gelir yaratması için satın almıştı. Ermeni yetim ve fakir çocukların eğitimine katkıda bulunmayı amaçlıyordu. Hanın satın alınmasıyla Sanasaryan Vakfı da kuruldu. Ermeni Patrikliği kayıtlarında hanın 1909 yılına ait tapusunun kaydı bulunuyor. 1915’te yaşanan büyük felaket nedeniyle Erzurum’daki okul kapatıldı, hana el kondu. Erzurum’daki okul, 23 Temmuz 1919’da Erzurum Kongresi’nin toplandığı yerdi. 1924’te bir yangın geçirdi, tamirattan sonra ilkokul olarak kullanıldı. 1960’da ise Atatürk ve Erzurum Kongresi Müzesi olarak kapılarını açtı. Bina bugün Erzurum Millî Mücadele ve Kongre Müzesi olarak hizmet veriyor.
1915’te Osmanlı Devleti’nin Sanasaryan Han’a el koymasının ardından hanın gelirlerinin kullanımı ancak 1920’de Ermeni Patrikliği’ne iade edildi. 1928’de ise İstanbul Valiliği bünyesindeki İdare-i Hususiye, hanın gelirlerine tekrar el koydu ve hanı tam anlamıyla devletleştirdi. Bunun üzerine Patrik Mesrop Naroyan’ın açtığı dava, 1932’de Patrik lehine sonuçlandı ve böylece Patrikhane üç yıl hanın gelirlerini kullandı. Ancak İdare-i Hususiye’nin 1935’te açtığı davanın Patriklik aleyhine sonuçlanmasının ardından han, Vakıflar Genel Müdürlüğü, İl Emniyet Müdürlüğü ve Sirkeci Adliyesi olarak kullanıldı.
NAMLI TABUTLUKLAR
Sanasaryan Han, İstanbul Emniyet Müdürlüğü olarak kullanıldığı yıllarda gözaltı koşulları ve dönemin solcuları ve Türkçülerinin burada gördüğü işkenceler ve gözaltında tutulduğu tabutluklarla gündemde oldu. Bu dönemin görevlileri, İstanbul Emniyet Müdürü Nihad Haluk Pepeyi, Şube Müdürü ve Müdür Muavini Selahattin Korkud, İstanbul Emniyet Müdür Muavini ve Pepeyi’den sonraki dönem Emniyet Müdürlüğü yapan Ahmet Demir’di. Ahmet Demir, hem Türkçülere hem de solcu ve komünistlere yapılan işkencelerden sorumlu tutuluyor. İstanbul Emniyet Müdürü Nihad Haluk Pepeyi’nin adının önemi ise, Rıfat N. Bali’nin aktardığına göre, muavini Korkut ile birlikte Nazi Almanyası’ndaki silah fabrikalarını gezmek üzere davet edildiği sırada Sachsenhausen Temerküz Kampı’nı da gezmek için talepte bulunması ve bu talebin kabul edilmesinden kaynaklanıyor: “İstanbullu Yahudilere göre Haluk Pepeyi’nin Almanya’yı ziyaret etmesinin tek amacı, Nazilerin Yahudi soykırımını gerçekleştirmek için inşa ettikleri gaz odalarını/insan yakma fırınlarını yerinde inceleyip benzeri bir tesisi Türkiye’de kurmak.” Balat ve İzmir’de insan yakma fırınlarının kurulduğu, özellikle Türkiye Yahudileri arasında yaygın bir söylenti olsa da bugüne kadar bunun doğru olduğuna ilişkin bir veri bulunamadı.
Varlık Vergisi Kanunu, Pepeyi’nin İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne atanmasından bir hafta sonra kabul edildi ve zengin fakir birçok Yahudi ile diğer azınlık mensupları Erzurum Aşkale’deki çalışma kamplarına sürüldü, yüksek vergilerle mallarının büyük çoğunluğuna el kondu. Pepeyi’nin söz konusu Almanya ve temerküz kampı ziyareti bundan bir yıl sonra, Şubat 1943’te gerçekleşti. Bu ziyaret memlekette başka bir söylentiye daha kaynak teşkil etti. Ermeni Soykırımı’nın mimarlarından kabul edilen, İttihat ve Terakki’nin Enver Paşa ve Cemal Paşa ile birlikte triumvirliğini oluşturan ve Berlin’de öldürülen Talat Paşa’nın kemiklerinin Türkiye’ye iadesinin istendiği iddia ediliyordu. İttihat ve Terakki’nin liderlerinin ortadan kaldırılması amacıyla hayata geçirildiği düşünülen “Operasyon Nemesis” kapsamında, Berlin’de 15 Mart 1921’de Solomon Tehliryan tarafından öldürülen Talat Paşa’nın mezarı bu seyahatten sonra, 1943’te Bakanlar Kurulu kararıyla İstanbul’a taşınarak Şişli Abide-i Hürriyet mezarlığına gömüldü.
19 Mayıs 1944’te Nihal Atsız’ın Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı mektupla başlayan operasyon sonucu Zeki Velidi Togan, Said Bilgiç, Orhan Şaik Gökyay, Reha Oğuz Türkkan, Sanasaryan Han’daki tabutluklarda tutuldu, kötü muamele ve işkence gördü. 1946’da ise bu kez Aziz Nesin ve Sabahattin Ali işkence ve tabutluklardan nasiplerini alacaktı. Binanın bu dönemdeki diğer konukları arasında Nazım Hikmet, Vedat Türkali, Ece Ayhan, Atilla İlhan, Mihri Belli, Nuri İyem, Hasan Basri Alp, Vartan İhmalyan, Ahmet Arif, İlhan Selçuk, Ruhi Su ve 68 kuşağı devrimcilerinden Cihan Alptekin ve Ömer Ayna da vardı.
1945 yılında öğretmen Hasan Basri Alp’in de bu binada işkencede öldüğünü, Sabahattin Ali’nin 1 No’lu Sıkıyönetim Mahkemesine yaptığı 26 Kasım 1945 tarihli suç duyurusu için yazdığı dilekçeden anlıyoruz. Hasan Basri Alp, Emniyetin açıklamasına göre “kaçarak dama çıkıyor ve damdan düşerek ölüyor”du. Yazar Vedat Türkali de 2015 yılında yayımlanan Güven adlı romanını şu sözlerle ona ithaf ediyor: “27 Ocak 1945’te Sansaryan Han’da güvenlik soruşturması sırasında yaşamını onurlu biçimde yitiren gencecik insan, yiğit devrimci Hasan Basri Alp’in yüce anısına.”
Bu damdan düşme açıklamaları, sonrasında 12 Mart ve 12 Eylül askerî darbelerinde gözaltına alınanların özellikle İstanbul Emniyet binalarının “pencerelerinden düşmesi ve atlaması” halini aldı. Tanık ifadelerine göre Sanasaryan Han’daki tabutluklar 1947’de yıktırıldı.
“19 ve 20 No’lu olanlar ünlü tabutluklardır. Hücrenin eni 60 santimetre, derinliği 40 santimetre ve yüksekliği 180 santimetredir. Burada yatanlar uykudan mahrum, aç ve susuzdur. 35 hücreden sadece altısında küçük pencere vardır, diğerleri hava almaktan da yoksundur… Birçoğumuz tabutlukta tutulma işkencesine maruz kaldık.”
Sabahattin Ali’nin söz konusu dilekçesinden alıntılanmıştır.
GAZETE FOTOĞRAFLARI ÜZERİNE
Nazım Hikmet, Gazete Fotoğrafları Üstüne şiirini 1959’da, Sanasaryan Han’daki Emniyet Müdürlüğü’nde yapılan işkenceler ve zanlı, şüpheli ve tutukluların barındırıldığı tabutluklar üzerine yazmıştı:
Emniyet Müdürü
Güneş bir yara gibi açılmış gökte
Akıyor kanı.
Uçak alanı.
Karşılayıcılar, eller göbekte:
Coplar, cipler
Hapishane duvarları, karakollar
Ve darağaçlarında sallanan ipler
Ve siviller göze görünmez
Ve bir çocuk işkenceye dayanamadı
Attı kendini Emniyet’te üçüncü kattan.
Ve işte Emniyet Müdürü bey
Uçaktan iniyorlar
Amerika’dan dönüyorlar
Mesleki tetkikattan.
İncelediler uyku uyutmamak usullerini
Ve memnun kaldılar pek
Hayalara bağlanan elektrottan
Ve bizdeki tabutlukların üstüne bir de konferans vererek
Açıkladılar faydalarını
Koltuk altlarına kaynar yumurta koymanın
Boyun derisini kibritle ince ince yakıp soymanın.
Emniyet Müdürü bey uçaktan iniyorlar.
Amerika’dan dönüyorlar
Ve coplar cipler
Ve darağaçlarında sallanan ipler
Üstat döndü diye seviniyorlar.
Nazım Hikmet (1959)
1951 TEVKİFATI
Türkiye’nin NATO üyeliğinin onaylanması ve bu bağlamda Kore’ye asker gönderilmesi sürecinde Türkiye’de hükümet bir komünist avı başlattı. 26 Ekim 1951’de İstanbul Birinci Şube ekipleri Galata Rıhtımı’nda “kesik saçlı bayan”ı gözaltına almak üzere hazırlık yaptı. Polis izleme raporlarında “kesik saçlı bayan” olarak geçen kişi Sevim Tarı’ydı. Bir ay önce uçakla Paris’ten İstanbul’a gelmiş, Galata Rıhtımı’ndan kalkacak gemiyle Marsilya’ya gidecekti. Doktordu. Eski emniyet müdürlerinden İsmail Hakkı Bey’in kızıydı. Dedesi Rizeli armatör Rıza Kalkavan’dı. Yani sıradan biri değildi. Polis kayıtlarına göre Türkiye Komünist Partisi Harici Büro Sekreteri’ydi. Gemiye binmek üzereyken gözaltına alındı ve Sanasaryan Han’a götürüldü. İddiaya göre üzerinden 36 sayfalık parti neşriyatı çıkmıştı. Bu 36 sayfa, Türkiye Komünist Partisi’nin parti programı ve teşkilat ile ilgili bilgi ve notları ihtiva ediyordu. Bu operasyonla 1951’de başlayıp 1952’ye taşacak bir dizi tutuklama başlatıldı. Türkiye Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi üyeleri; Dr. Şefik Hüsnü Değmer, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Mehmet Bozışık, Halil Yalçınkaya ve Mihri Belli ardı ardına tutuklandı. Tutuklamalar o zamana kadar yapılanlar arasında en kapsamlısıydı; 187 kişi tutuklanarak Ankara Askerî Ceza Mahkemesi’nde yargılandı. Tutuklamalar devam ederken Türkiye Komünist Partisi üyeleri arasında “asker kişiler de var” diyen Demokrat Parti hükümeti çıkardığı özel bir kararnameyle, Sanasaryan Han’daki İstanbul Emniyet Müdürlüğü Birinci (Siyasi) Şubesi’nin hücreler bölümünü “Ankara Garnizon Komutanlığı 2 No’lu Askeri Ceza ve Tutukevi”ne çevirdi ve bütün tutuklular buraya alındı. Ağır işkenceli sorgular (ki tutuklulardan 16 kişinin işkence sonucu delirdiği belirtiliyor), Komünist Masası görevlisi polisler ve asker sorgucular tarafından yapıldı. İki yıl süren sorgulama ve soruşturmadan sonra bir yıl süren dava, 17 Ekim 1954’te sona erdi. Dava sonunda 118 kişi bir ila on yıl arasında hapis cezası, ilaveten bir ila üç yıl arasında sürgün cezasına çarptırıldı. Davada yer almış olan isimler arasında edebiyat dünyası ile siyasi yaşamda sonradan adlarını duyacağımız isimler de bulunuyordu: Enver Gökçe, Mübeccel Kıray, Arif Damar, Ruhi Su, İlhan Başgöz, Orhan Suda, Halim Spatar, Behice Boran, Şükran Kurdakul, Nejat Özön, Vedat Türkali (Abdülkadir Demirkan), Ahmet Arif, Arslan Kaynardağ, Kemal Bekir, Muzaffer Arabul, Selçuk Uraz, Sadun Aren.
SANASARYAN HAN VE LGBTİ+'LAR
12 Eylül askerî darbesi öncesinde muhaliflerin tutularak işkenceli ve kaba dayaklı sorgudan geçirildiği Emniyet Müdürlüğü’nün mağdurları yalnızca devrimciler, komünistler ve milliyetçiler değildi. Özellikle 12 Mart 1971 ile 12 Eylül 1980 askerî darbeleri arasında devrimcilerin yanı sıra translar da dönemin ceberrut uygulamalarından nasiplendi.
Bir sefer, sene 1977-1978, biz 35 trans Sansaryan Han’ın altını üstüne getirdik… Zincir oluşturduk, en üst çatı katına çıktık, kubbenin olduğu yere… O arada dosyaların konulduğu demir dolapları fark ettik, üzerinde kilitler var. Dedik ‘Bu dolapların içinde ne var, bu kilitler ne?’ ‘Orada’ dediler ‘teröristler var’. Dedik, ‘Açın bunları!’ Sadece bir delik, böyle sigara girecek kadar bir delik var. Açtırdık. Her açtırdığımız kapıdan adamlar çıkıyor. Adamlar ne oturabilir, ne yan durabilirler orada, ayaktalar hep… Kimi haftalardır oradaymış, kimisi aylardır. Telefon numaraları verdiler, ‘Aileme bildirin burada olduğumu,’ diye. Biz kalem aradık, göz kalemlerimizle yazdık ellerimize, birazcık hava aldırttık, su verdik onlara. Ne yaptılar, teröristler mi, değiller mi, Dev-Sol mu, anarşist mi hiçbir şey diyemem, bilemem. Bizim için o an oradaki bir insandı. Çünkü aynı acıyı çekmiştik biz de…
Siyah Pembe Üçgen İzmir Derneği’nin dokuz trans kadınla yaptığı sözlü tarih çalışmasından oluşan 80’lerde Lubunya Olmak kitabındaki tanıklıklardan alıntılanmıştır.
Bu durum askerî darbeden sonra da değişmedi. Darbenin toplumun hemen her kesimi üzerinde yarattığı baskı, kısıtlama ve işkence, dönemin LGBTİ+’ları için de geçerli idi. 1981’de cuntanın asker kökenli İçişleri Bakanı Selahattin Çetiner’in bir tamimiyle, “Barlarda, pavyonlarda, kafelerde, şanterlerde kadın kılığında kimse çalıştırılmayacak” kararı alındı. On yıl kadar süren sahne yasakları sonucunda şarkıcılık, köçeklik yapan eşcinsel ve trans bireyler işsizliğe mahkûm edildi. Bu insanlara bırakılan tek seçenek seks işçisi olarak para kazanmaktı. Barınma ve istihdam bu yasaklı kesim için giderek zorlaşmaktaydı. Cinsiyet uyum süreci ameliyatları iptal edildi, yasaklandı.
1980’li yıllarda her zaman olduğundan daha da fazla, daha da gaddar ve zalimceydi her şey: Yakaladıkları her yerde, evlerimizde, işyerlerimizde, bakkalda, sokakta, her yerde bir sürek avı başlamıştı bizlere; travesti, transseksüel ve geylere… Topladıklarını Sirkeci’deki o zamanki meşhur Sansaryan Han’a, yani Emniyet Müdürlüğü’ne götürdüler. O Sansaryan Han ne işkenceler ne sapıklıklar gördü… En üst katına çıktık karakolun. Büyük bir kapı. ‘Burada Allah yok, peygamber tatile çıktı’ yazısını okudum ben o kapıdan içeri girerken. Şimdi Emniyet, ‘Hayır, yok böyle bir şey,’ diyor. Zaten bu ülkede kim ‘Hayır yok’ diyorsa bir iş vardır. Bir gün de birisi ‘Evet’ dediği an her şey düzelecek.
80’lerde Lubunya Olmak kitabından alıntılanmıştır.
12 Eylül askerî darbesi sürecinde ve sonrasında işkence arttı, daha da kurumsallaştı; Sirkeci’deki İstanbul Emniyet Müdürlüğü olan Sanasaryan Han ve “Cancan” olarak anılan Zührevi Hastalıklar Hastanesi uyum içinde çalıştı. Polis ekipleri tarafından gözaltına alınan translar bazen günlerce buralarda mahsur kaldılar. Uzun gözaltılarda “Kırbaç” lakaplı işkenceci gibi polis memurları trans kadınlarla zorla cinsel ilişkiye giriyor, saçlarını kesiyor, onları sopalarla dövüyordu. Kadınlara nereli oldukları soruluyor, memleketlerinin plaka numarası kadar falakada dayak yiyorlardı. Asker ve polisten mürekkep bir sürek avına dönmüştü hayat; bekçiler bile süreçte büyük söz sahibi olmaya başladı.
1988’de, Turgut Özal’ın girişimiyle, Bülent Ersoy için yeniden düzenlenen yasalar neticesinde trans geçiş ameliyatları yasallaştı ve sahne yasağı kalktı. Ancak artan cinayet, işkence ve şiddet, örgütlenme denemelerini de beraberinde getirdi. İbrahim Eren ve arkadaşları Radikal Yeşil Parti kurma çalışmaları yürüttü, LGBTİ+ bireyler de bu çalışmalarda yer aldı. İlk LGBTİ+ örgütlenmesi ise 1986’da başladı; 1987 Nisan’ında Taksim Meydanı’nda oturma eylemi ve açlık grevleri yapıldı. Talepleri şiddete uğramamak, sürülmemek, ameliyat özgürlüğü ve pembe kimliğe izindi.
AZINLIK VE CEMAAT VAKIFLARI
1936’da çıkartılan bir Beyanname ile 1936-1970 yılları arasında bağış ya da satın alma yoluyla, o günün yasallığı içinde edinilmiş 30’u aşkın gayrimenkul, herhangi bir bedel ödenmeksizin cemaat vakıflarının elinden Yargıtay kararlarıyla geri alındı ve eski sahiplerine ya da Hazine’ye intikal ettirildi. Çeşitli kaynaklarda bu nedenle el konulan cemaat vakıflarına ait Rum, Ermeni, Süryani mülkü sayısının 206 olduğu belirtiliyor.
1936 Beyannamesi ile ilgili olarak Hrant Dink şu açıklamayı yapmıştı: “1936’da 2762 sayılı yeni bir Vakıflar Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanunla birlikte azınlık vakıflarından, akar ve gayrimenkullerine ilişkin istenen ve vakıf yönetimlerince Vakıflar Genel Müdürlüğüne teslim edilen listelere ‘36 Beyannamesi’ denir. Bu beyannameler sadece basit listelerdir. İçeriğinde beyannamenin bundan böyle ‘vakfiye senedi’ (vakfiye statüsü) yerine geçeceğine ilişkin, bir anımsatma, bir kabul ve tespit yoktur. Beyannamede olmayan veya sorulmayan ayrıntılardan biri de vakfın bundan böyle mal edinip edinemeyeceğidir. Beyannamelerde ne böyle bir soru sorulmuş, ne de buna olumlu olumsuz bir cevap vermek zorunda kalınmıştır.
Ancak şimdi bu beyannameler Yargıtay kararlarına göre vakfiye olarak kabul edilmekte, mülklerin üzerine yeni akar eklenmesine izin verilmemektedir. Uygulamada sadece mal edinilmesine izin vermemekle de kalınmayıp, 1936 yılından sonra elde edilmiş mülkler Vakıflar Genel Müdürlüğünce açılan davalarla azınlık vakıflarının elinden alınmakta ve eski sahiplerine iade edilmektedir. Dolayısıyla şu anda kurumlarınız, herhangi bir mülkü ne bağış olarak kabul edebilmekte ne de satın alabilmektedir.
Bu noktaya nasıl gelinmiştir? 1971 yılında Balıklı Rum Hastanesi Vakfı Yönetim Kurulu ile Maliye Hazinesi arasında ‘36 Beyannamesi Davaları’ olarak adlandırdığımız davaların ilki başlamış, nihayetinde Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna gidilmiş, bu merci ise 8 Mayıs 1974 tarihinde oybirliğiyle ‘36 Beyannamesi’nde bulunmayan malların sonradan edinilemeyeceği kararını vermiştir. İşte bu Yargıtay kararı daha sonra Maliye Hazinesi veya Vakıflar Genel Müdürlüğünce azınlık vakıfları aleyhine açılan benzer davalara ‘emsal içtihat’ teşkil etmiş ve davaların azınlık vakıfları aleyhine sonuçlanmasında birincil derecede rol oynamıştır.
Ne var ki Yargıtay Hukuk Genel Kurulu verdiği kararda büyük bir yanılgıya düşmüş, Türkiye’deki azınlık cemaatini ‘Türk olmayanlar’ olarak değerlendirmiş, Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin ise taşınmaz mal edinmelerinin yasak olduğunu belirtmiştir. Bu haksızlığa son verilmelidir.
Bugüne değin Ermeni cemaatinin vakıflarına ait 30’u aşkın çeşitli bina ve arsa bu uygulamayla elinden alınmış ve eski sahiplerine iade edilmiştir.
Devlet bürokrasisi bu haksızlığı üstlenmeyip, ‘Ne yapalım Türkiye’de yargı bağımsızdır’ deyip sorumluluğu yargıya ihale etmiştir. Oysa bu haklı bir savunma değil, tipik bir savuşturmadır. Siyasi erk, eğer istenirse yeni bir yasal düzenleme ile konuya rahatlıkla bir çözüm getirebilir. Getirmelidir de; çünkü bu bir demokrasi ayıbıdır.”
“Azınlık Vakıfları” meselesi, Avrupa Birliği ile uyum sürecinde ciddi ihtilaf konularında bir tanesi de oldu. Gayrimüslim azınlık vakıflarının gerek satın alma gerekse hibe yoluyla taşınmaz mal edinmelerini engelleyen ve 1936’dan sonra edindikleri taşınmazları ellerinden alan uygulama, vatandaşlık, azınlık ve insan haklarına aykırı bulundu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları sonrasında azınlık vakıflarının mülkleri konusunda 2002, 2003 ve 2008 yıllarında yasada önemli düzenlemeler yapıldı.
Bugün milyonlarca lira değerindeki cemaat vakıflarının el konulan mülklerinin ağır ilerleyen bir şekilde iadesi süreci yaşanıyor. Çeşitli araştırmalara göre bugün aktif 161 cemaat vakfı bulunuyor. Bunların 74’ü Rumlara, 51’i Ermenilere, 18’i Musevilere, 9’u Süryanilere, 3’ü Keldanilere, 2’si Bulgarlara, 1’i Gürcülere, 1’i Ortodokslara ve 1’i Bağımsız Türk Ortodokslarına ait.