TAKSİM MEYDANI
Taksim Meydanı, yaklaşık 200 yıldır Türkiye’de varlığını sürdüren üç düşünce ikliminin görünürlük kazandığı, kırılma yaşadığı ve birbirleriyle çatıştığı bir alan. Profesör Mete Tunçay, bu düşünce akımlarını İslamcı, Pozitivist-Batıcı ve Sosyalist olarak tanımlıyor. Taksim Meydanı’nı Türkiye tarihine damgasını vuran siyasi akımların “er meydanı” olarak niteleyeceksek, bu nitelemeye Türkiye’de siyasetin baş aktörlerinden “derin devleti” de katmamız gerekir. Nitekim Atatürk Kültür Merkezi yangınından 1 Mayıs 1977 katliamına, Taksim Meydanı’nda yaşanan, derin devletin de başrolde olduğu vukuat az değil.
Meydan, bu akımların merkezi belirleme ve diğerlerini merkezden atma çabalarının bir küçük sembolü olarak da addedilebilir. Bu kitabın yazıldığı günler itibariyle, Taksim Meydanı’nda Gezi olayları sonrası başlatılan yeniden düzenlemenin bir çehre değişikliği olmadığı artık aşikâr. Meydanın bir ucunda 29 Ekim 1946’da yapımına başlanan Atatürk Kültür Merkezi yıkılıp yok olurken, tam karşısında inşasına başlanan ve meydanı hâkimiyeti altına alan Taksim Camii de gün be gün yükselmekte. Cami, Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk anıtı olan Taksim Anıtı’nı da gölgeliyor. Ayrıca Gezi olaylarının bu coğrafyadaki “ilk irticai ayaklanma” kabul edilen 31 Mart Vakası sırasında isyancıların sığındığı ve top ateşiyle bir kısmı tahrip edilen Topçu Kışlası’nın, Cumhuriyet döneminin ilk parkı olan “korunması gerekli kültür varlığı” Gezi Parkı’nın bulunduğu yere yeniden inşa edilmesi kararıyla başladığını hatırlamak şart. Topçu Kışlası’nın ve ardından Gezi Parkı’nın bu alandaki Ermeni Mezarlığı’nın üstüne inşa edildiğini de…
13 Nisan 1909’da (ya da Rumi takvime göre 31 Mart 1325’te) II. Meşrutiyet’in ilanına karşı başlatılan ve “Batılılaşmaya” karşı ilk ayaklanma olan 31 Mart Vakası, 13 gün sürdü ve İttihat ve Terakki’nin Selanik’ten getirdiği Hareket Ordusu sayesinde bastırıldı. Ayaklanma sırasında Topçu Kışlası’na sığınan isyancılar kışla bombalanarak teslim alındı. 1940’ta tamamen yıkılan ve bugün yeniden inşa edilmek istenen Topçu Kışlası, o Topçu Kışlası. Hoş zamanın ruhuna uygun şekilde bir alışveriş merkezi olarak düzenlenmek isteniyor, o başka!
Bu döngü belki de bu coğrafyada İslamcı ve Batıcı akımların hesaplaşmasının bir türlü nihayetlenmemesinden de kaynaklıyor ve Taksim Meydanı, bir yandan Türkiye Cumhuriyeti tarihine bir yandan da yukarıda sayılan üç akımın darbeli, çatışmalı, uzlaşmalı tarihine tanıklık etmeye devam ediyor.
TAKSİM ANITI
Ankara’daki Cumhuriyet iktidarının İstanbul’daki en önemli ve ilk simgelerinden biri olan Taksim Anıtı, Cumhuriyet döneminin ilk önemli anıtıydı. 9 Ağustos 1928’de Taksim’e dikilen ve Taksim’e bir meydan özelliği kazandıran anıt, İstanbul Belediyesi’nin siparişi üzerine İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica’ya yaptırıldı. Canonica’nın hazırladığı maket Milli Eğitim Bakanlığı tarafından onaylandı ve 16.500 İngiliz lirası bedelle yaptırılan anıt için halktan da bağış toplandı. Yapımı 2,5 yıl sürdü. Tamamlandığında ağırlığı 184 tonu buluyordu. İtalya’da yapıldı ve Roma’dan İstanbul’a gemiyle getirildi.
Yüksekliği iki metreyi bulan bronz heykelin 11 metrelik kaidesi de kırmızı Torino mermeri ve yeşil Suza mermerinden yapıldı. Anıtın bir yüzü Kurtuluş Savaşı’nı, diğer yüzü ise Cumhuriyet Türkiyesi’ni simgeliyor. 30 Ağustos 1922 Zaferi’ni temsil eden kuzey yüzü, Atatürk’ün 26 Ağustos Taarruzu esnasında Kocatepe’de Milliyet gazetesi fotoğrafçısı Ethem Hamdi Bey tarafından çekilen fotoğrafından yararlanılarak heykelleştirildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun canlandırıldığı diğer yüzündeyse Mustafa Kemal Atatürk sivil giysileriyle, yanında İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, askerler ve halkla birlikte betimlendi.
İsmet İnönü’nün arkasındaki figür, Kızıl Ordu’nun kurucusu olarak bilinen ve az sayıda askeriyle Ekim Devrimi’ne yaptığı katkıyla tanınan Frunze. Mareşal Fevzi Çakmak’ın arkasındaki ise Sovyet Orduları Başkomutanı Voroşilov. İki Sovyet generalinin heykelinin Taksim’e konma nedeninin Bolşevikler’in gerek Kurtuluş Savaşı’nda gerekse Cumhuriyet’in kuruluşunda sunduğu maddi ve manevi desteğe teşekkür etmek olduğu ileri sürülüyor.
Anıtın iki yanındaki askerlerden biri savaş, diğeri barış sancağı taşıyor. Üst kısımda ise iki madalyonun içinde iki kadın betimlenmiş; biri peçeli, diğerinin yüzü açık. Taksim Abidesi Roma’da yapılırken Güzel Sanatlar Akademisi bir yarışma düzenledi ve birinci olacak heykeltıraşın staj görmek üzere Canonica’nın yanına gönderilmesine karar verildi. Ancak yarışmayı 22 yaşında bir genç kadının kazanması sorun yarattı. 22 yaşındaki bekâr Sabiha Hanım’ın İtalya’ya gönderilmesinde tereddüt oluşunca, heykeltıraş Canonica’ya bir mektup gönderildi. Canonica, staj için erkek bir heykeltıraşın gelmesinin daha uygun olduğunu belirtti. Sabiha Hanım’ın İtalya yolculuğu ve belki de heykeltıraşlığı, Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin Belediye Başkanlığı’na gönderdiği yazıyla sağlandı. Heykeltıraş Canonica ile tek görüş farklılığı bununla da kalmadı; anıtta tespit edilen bazı çatlaklar nedeniyle kendisine ödenmesi gereken son taksit ödenmedi.
ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ
Atatürk Kültür Merkezi, bu kitabın yazıldığı günlerde uzun bir hukuki ve siyasi mücadele sonucunda yıkıldı. Opera, bale, tiyatro gibi “Batı kökenli” sanatlara ev sahipliği yapan bu mekânın siyasal İslamın yükselişte olduğu bir dönemde veya milliyetçi-muhafazakâr bir yönetim tarafından yıkılmasının kültürel önemi bir tarafa, yıkılırken tam karşısında çok tartışmalı bir caminin yükselmesiyle simgesel önemi de artmış görünüyor. Bugün Taksim Meydanı’na baktığımızda Batı yanlılarının tamamen yenilgiye uğradığını söylemek mümkün. Ama yıllar önce yıkılan Topçu Kışlası’nın alışveriş merkezi olarak Taksim’e yeniden yapımını tartışan bir iktidarın kültür sarayını yıkmasını anlamak katmanlı bir iş. Bunun yeni-liberalizmin iktidarda olduğunu gösteren karmaşık bir sürece işaret ettiğini vurgulayalım ve Kültür Merkezi’ne yoğunlaşalım.
İlk projesi Mimar Feridun Kip ile Rükneddin Güney tarafından hazırlanan bina, önce büyük bir opera binası olarak düşünüldü ve temeli 29 Mayıs 1946’da, İstanbul’un fethinin 494. yıl dönümünde atıldı. Fakat 10 milyon liraya mal olması ve fethin 500. yıl dönümünde açılması beklenen opera binası inşaatında işler istendiği gibi yürümedi. Ödenek yokluğundan inşaatı yarım kalan bina 1953’te Bayındırlık Bakanlığı’na devredildi. 1956’da Mimar Hayati Tabanlıoğlu’nun proje başına getirilmesiyle inşaata devam edildi. Fakat süren ödenek sorunu nedeniyle yapım ağır aksak ilerledi.
7 yılda tamamlanması ve 10 milyon liraya mal olması planlanan opera binası, neticede 23 yılda tamamlandı ve 93 milyon liraya mal oldu. Açılışı Büyük Opera Binası olarak değil, İstanbul Kültür Sarayı olarak 12 Nisan 1969’da yapıldı. İçinde 1.381 kişilik büyük salonu, 750 kişilik konser salonu, 350 kişilik çocuk tiyatrosu, 350 kişilik oda tiyatrosu ve bir sergi salonu bulunuyordu. Üç bölümden oluşan büyük sahnesi, üç voleybol sahası genişliğindeydi. “Saray” tam dolduğunda 20 bin kişiden fazlasını alabiliyordu. Açılışta Ferit Tüzün’ün Çeşmebaşı balesi ile Giuseppe Verdi’nin Aida operası sahnelendi.
Kültür Sarayı yanıyor
Açılışından 585 gün sonra, 27 Kasım 1970’te, İstanbul Kültür Sarayı yandı. Yandığı sırada Arthur Miller’ın Cadı Kazanı isimli oyunu sahnelenmekteydi. Türkiye’deki aydınların peşine düşecek 12 Mart 1971 askerî darbesi öncesi sarayın açıklanamayan bir şekilde yanması, 12 Mart’tan sonra anlam kazanacaktı.
27 Kasım 1970 gecesi Beyoğlu İtfaiyesi nöbetçi santral memuru Sabri Kodalak, rapor defterine şunları yazıyordu: “Saat 22.58… Tel. 45 50 14… Müdürlük santrali saat 23.00… Milli Eğitim Müdürlüğü’ne ait bila sayılı, cepheden üç, arkadan yedi katlı kargir, dâhilî kaplama Kültür Sarayı sol ve arkadan çıkan yangında sahne, salon ve çatı yanmakta…” Bu, Türkiye’de 12 Mart sonrası yaşanan siyasal gelişmelerin içinde bir nirengi noktası sayılacak ünlü “Kültür Sarayı Yangını”nın resmî kayıtlara ilk geçişiydi. O sırada sahnede olan oyuncular yangını Milliyet gazetesine anlattı. Nihat Akcan: “Salonda birden gülüşmeler duydum. Sahne dekorcusu Ahmet Aslan sahneye fırlamış, bir şeyler söylüyordu. Replik almak için yukarı baktım. Sahnenin sağ köşesi yanıyordu.” Kerim Afşar: “Arkam sol kulise dönüktü. Sağ kulisten, sahneye aniden bir şeyler söylemeye çalışan garip bir adam girdi. Salondakiler gülüşmeye başladılar onu görünce. Sinirlerim son derece bozulmuştu. Her şeyi unutup üzerine doğru yürüdüm adamın. O sırada seyircilerden birinin korkunç çığlığını duydum. Bir kadın ‘yangın var!’ diye bağırıyordu.”
Can kaybının yaşanmadığı yangında, sahnelenecek IV. Murad oyununun galası için Topkapı Sarayı’ndan getirilerek İstanbul Kültür Sarayı’nda sergilenen Sultan IV. Murad’ın kaftanı, kılıcı, entarisi, Kösem Sultan’a gönderdiği bir ferman, ünlü bir İtalyan ressam tarafından yapılan tablosu ve hattatlarından Hafız Mehmed’in eseri olan kıymetli bir Kur’an-ı Kerim yanarak yok oldu.
Yağmur söndürme musluklarının ve telefonların çalışmadığı binada çıkan yangının kaynağı konusunda elektrik kontağı ile ihmal ihtimali üzerinde durulduysa da kesin bir sonuca varılamadı. Saray, mimar Hayati Tabanlıoğlu’nun binanın tam olarak hazır olmadığı, teknik alt yapısının tamamlanmadığı, sahne yönetimi için yeterli sayıda teknisyen bulunmadığı yönündeki uyarıları dikkate alınmadan açılmış ve 45 dakikada yanıp kül olmuştu.
Türkiye Sanatçılar Birliği yetkilileri tarafından yapılan açıklamaya göre, yangından iki gün önce Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) “Tiyatro Sansür Komitesi” imzalı bir bildiri dağıtmış ve “Milliyetçi, mukaddesatçı olmayan oyunların sahneden indirilmesini” istemişti. Sanatçılar Birliği bunun üzerine bir karşı bildiri yayınladı ve savcılığa başvurarak “Birlik üyelerinin, tüm sanatçıların, seyircilerin mal ve can güvenliğinin korunması” isteminde bulundu. Bildirilerinde yangının gerçek nedeninin araştırılması için çaba gösterilmesini isteyen, sorumluları kınayan çeşitli kuruluşlar oldu. Ancak yapılan araştırmalardan haliyle sonuç alınamadı ve yangının sorumlusu veya sorumlularının aranmasına son verildi. Ta ki 12 Mart 1971 askerî darbesine kadar. İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün’ün Mart sonunda yayınlanan bildirisinde “Marmara” gemisi olayıyla ilgili olarak 27 kişinin gözaltına alındığı belirtildikten sonra, “Sıkıyönetim ilanından önce vuku bulan ‘Ayşe’ yüksek fırın infilakı ile Kültür Sarayı yangını olayları da komutanlığımızca her yönden araştırılmaktadır. Adaletin kahredici yumruğu, geç de olsa sabotajcı veya ihmali görülenlerin kafasına inecektir,” deniyordu.
İstanbul Kültür Sarayı yangını, 5 Mart’ta Marmara yolcu gemisinin ve 28 Haziran’da Eminönü araba vapurunun batırılması gibi eylemlerle suçlanan solcular 1972’de yargılanmaya başladı. Savcının “iddianame” sinden de anlaşıldığı üzere, çeşitli tarihlerde tutuklanan, aralarında kimisi bir aydan fazla gözaltında tutulan ve kimisi “kontrgerilla” işkence merkezinde (Ziverbey) kendilerine yüklenmek istenen suçları kabul etmeleri için işkence görenlerin de bulunduğu 24 kişi hakkında “Kültür Sarayı yangını, Kastamonu şilebi sabotajı, Marmara gemisi sabotajı, Eminönü araba vapuru sabotajı ve İşçi Birliği kurma” suçlarını işledikleri gerekçesiyle dava açıldı. Ardından savcı, sanıklardan 17’si için idam cezası istedi. 12 Mart askerî darbe yönetimi, neredeyse iki yıl önceki Kültür Sarayı yangınıyla aynı dönemde gerçekleşen bir dizi sabotajın ve bombalı eylemin, ordu içindeki bir darbe hazırlığının ürünü olduğunu açıkladı. Mayıs 1972’de açılan bir diğer davada, aralarında orgenerallerin de bulunduğu çoğu subay 84 kişi, bir darbe hazırlığı için Kültür Sarayı yangını ve gemi sabotaj eylemlerinin emrini vermekle suçlandı. Bomba davası olarak bilinen bu davadaki savcılık iddialarından birine göre, davanın sanıklarından 27 Mayısçı Orhan Kabibay, bir gemi sabotajı için Bülent Ecevit’ten 4.500 TL almıştı. Bu iddianın doğruymuş gibi gazetelerde yer aldığını da unutmamalı.
1975’te ise idamı istenenler de dahil olmak üzere bütün sanıklar salıverildi ve ardından beraat etti. Üstelik açtıkları tazminat davalarını da kazandılar. Sabotaj sanıkları aklanırken bu davaya eklenen Devrimci İşçi Birliği davasının sanıkları mahkûm edildi.
Fakat bu durum, 59. AKP hükümetinde 2005-2007 yıllarında Kültür Bakanlığı yapan Atilla Koç’un Atatürk Kültür Merkezi’nin yıkımına karşı çıkan sanatçıları eleştirirken AKM’nin 1970’te geçirdiği yangını anımsatarak, “Ancak maalesef o günün anarşist komünistleri (bunu da söylüyorum, sanatın dostu kim, sanatın içine tüküren kim, sanatı yakan kim, sanatı yapan kim, bilsinler diye) burayı ‘burjuvalar eğleniyor’ diye sabote etti ve yaktı,” demesine engel olmadı.
“Atatürk Kültür Merkezi” adını alması
AKM’nin yenilenmesine yeni mâni, bazı aydınlar ve sanatçılar oldu. Yayınlanan bir bildiriyle halk yoksulken, halkın parasıyla binanın onarılmasına karşı çıktılar ve bir kampanya açılması çağrısında bulundular. Onları ciddiye alan olmadı.
Yangının ardından çatısı çöken, büyük ölçüde kullanılamaz hale gelen yapı, yeniden mimar Hayati Tabanlıoğlu’na teslim edildi. 7 Kasım 1971’de dönemin Kültür Bakanı Talât Sait Halman, onarım halindeki binayı gezerken 1973 yılı Cumhuriyet Bayramı’nda yeniden açılacağını müjdeledi ve bir de duyuru yaptı. Halman, “Cumhuriyet devrinde saray kurulmaz; bu, imparatorluk devrindeydi. Bu bakımdan binaya ‘Atatürk Kültür Merkezi’ adı verilmiştir,” dedi.
Bina ancak 6 Ekim 1978’de açılabildi. 6-18 Ekim tarihlerindeki açılış şöleninin bazı etkinlikleri şöyleydi: Hikmet Şimşek yönetimindeki orkestranın seslendirdiği Yunus Emre Oratoryosu, Othello temsili, Al Yazmalım filmi gösterimi, İdil Biret resitali, Ruhi Su konseri ve heykelden karikatüre çeşitli sergiler.
AKM’nin seyri ve yıkımı
Atatürk Kültür Merkezi, yıllarca festivalden konsere, tiyatrodan sinemaya, baleden operaya çok çeşitli kültür ve sanat etkinliğine ev sahipliği yaptı. 1 Kasım 1999’da İstanbul 2 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu, Atatürk Kültür Merkezi’ni 1. Derece Kentsel SİT Alanı’nın parçası, “1. Grup Tescilli Kültür Varlığı” olarak onayladı. Böylece yapı koruma altına alındı. Ancak dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç, 2005’te binanın ömrünü tamamladığını söyledi ve yıkılmasını önerdi. Öneri büyük tepkiyle karşılandı çünkü kimse Kültür Sarayı’nın yıkıldıktan sonra yeniden yapılabileceğine inanmadı. 31 Mayıs 2008’de, Atatürk Kültür Merkezi’ndeki etkinliklere Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından son verildi. Binanın restore edilmesi bekleniyordu. Ancak onarım projesi Kültür Sanat ve Turizm Emekçileri Sendikası’nın açtığı dava sonucunda yargı kararıyla iptal edildi. 2009’da binanın olduğu gibi korunarak yenilenmesi ve güçlendirilmesi için ilgili tüm taraflar arasında bir protokol imzalandı. Restorasyonu yapmak üzere projenin ilk mimarı Hayati Tabanlıoğlu’nun oğlu Murat Tabanlıoğlu görevlendirildi. Şubat 2012’de Sabancı Vakfı tadilata 30 milyon liralık katkı sağlamayı taahhüt etti. Restorasyon çalışmaları başladı. Açılışın 29 Ekim 2013 Cumhuriyet Bayramı’nda yapılması planlanıyordu. Ancak Mayıs 2013’te restorasyon çalışmaları Kültür Bakanlığı kararıyla durduruldu. Sabancı Vakfı’nın yaptığı bağışa ne olduğu ise bir muamma olarak kaldı.
Mayıs ayının son günlerinde Gezi Direnişi başladı. Atatürk Kültür Merkezi, direniş sırasında, ön cephesine asılan afişler nedeniyle Gezi Direnişi’nin simgelerinden biri haline geldi. Bu sırada, ardı ardına direnişle ilgili açıklamalar yapan dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, 6 Haziran 2013’te ‘AKM inşallah yıkılacak’ çıkışını yaptı… Buraya bir parantez açmak şart: Direniş sırasında Atatürk Kültür Merkezi’ne asılan afişlerden birinde ‘Kes sesini Tayyip!’ sloganı görülüyordu. 2014 Haziranı’nda, 14. Uluslararası Venedik Bienali’nde mimar Murat Tabanlıoğlu’nun küratörlüğünde düzenlenen ‘Hafıza Mekânları’ sergisinde, merkezin afişlerle süslenmiş fotoğrafı da yer aldı. Ancak fotoğrafta bir ağacın boyu Photoshop’la uzatılarak ‘Kes sesini Tayyip!’ afişi kapatılmış, sansür uygulanmıştı. Bu da Tabanlıoğlu adıyla özdeşleşmiş binanın geçmişindeki kara bir ‘anı’ olarak kaldı.”
Aslı Uluşahin’in Bianet için hazırladığı ve yapının seyrini ele alan kapsamlı haberden alıntılanmıştır.
Gezi olaylarının ardından giriş kısmı tahta perdelerle kapatılan yapı, polis karakolu olarak kullanıldı. Mimarlar Odası, Nisan 2014’te binanın karakol olarak kullanılmasına karşı suç duyurusunda bulundu. Ekim 2014’te kovuşturmaya yer olmadığına karar verildi. Bu sırada bina reklam panosu olarak kullanılmaktaydı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2017’de AKM’nin akıbetiyle ilgili kapsamlı bir açıklama yaptı. Binanın adından haliyle “Atatürk” ismi çıkarılmış ve yeni ismi İstanbul Kültür Merkezi olmuştu. Dünyanın en büyük ve akustiği en iyi opera binalarından biri olması hedeflenen, “bir kısım elite değil tüm halka” hizmet edecek yeni AKM projesine dair detaylar şöyleydi:
- AKM bir bina değil, büyük bir kompleks olacak. Toplam alanı 100.00metrekare.
- Büyük salon 2.500 kişilik olacak. Tasarımı kırmızı kubbe şeklinde.
- Ek yapıların çatısı yeşil ve çevre dostu olacak. Bu yapılarda tiyatro, konferans, sinema salonları ve 885 araçlık bir otopark bulunacak. gayri resmi istanbul turu matba -a.indd 31 14/12/2018 14:27
- Tiyatro salonu 800 kişilik, konferans salonu 1000 kişilik, sinema salonu 285 kişilik, oda tiyatrosu 250 kişilik olacak.
- Dışarıdakiler de dev ekrandan programları izleyebilecek.
- En üst katta Boğaz manzaralı bir restoran açılacak.
- Taksim Meydanı’nda araç trafiği olmayacak.
Eski AKM’nin mimarı Hayati Tabanlıoğlu’nun oğlu Murat Tabanlıoğlu tarafından tasarlanan yeni binanın 2019’un ilk çeyreğinde bitmesi hedefleniyordu. Sonuç olarak bu kitabın yazıldığı sırada (2018) AKM yıkıldı. Gerisini hep beraber göreceğiz.
KANLI PAZAR
1950’de kurulan ve ABD’nin Akdeniz’de denetimini sağlayan 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto eden üniversite öğrencilerinin 16 Şubat 1969’daki yürüyüşüne Taksim Meydanı’nda sağcıların saldırması sonucu iki kişinin öldüğü ve 200 kişinin yaralandığı olay, tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçti. Bunda Türkiye’de yükselen sosyalist hareketin antiemperyalist ruhu kadar, 1963-1965’te yaşanan Kıbrıs krizi sırasında ABD Cumhurbaşkanı Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı mektubun da etkisi vardı. “Kıbrıs’a müdahale edemezsiniz, verdiğimiz silahları kullanamazsınız, biz de size müdahale ederiz,” minvalindeki 1964 tarihli mektubu ile İnönü’nün “yeni bir dünya kurulur, biz de orada yerimizi alırız,” cevabı ancak 1966’da kamuoyuyla paylaşıldı ve Amerikan karşıtlığını körükleyen bir faktör oldu. Ancak bu durum Türkiye’deki sağcı kesimler açısından geçerli değildi. Sağda “onlar bizim misafirimiz, aynı zamanda bizim savunmamıza Rusya’ya karşı destek veren dost güçler, o yüzden bu tepkiler yersiz” anlayışı hâkimdi. Komünizmle mücadelede Amerika, Türkiye’yi savunuyordu ve bu nedenle yanında durulmalıydı. Bu siyasal atmosferde Türkiye’ye gelen Amerikan filoları protesto ediliyor, askerleri tartaklanıyor, üstlerine boya atılıyor ve denize “dökülüyorlardı”. 1968’de 6. Filo’nun gelişinin protesto edilmesi sonrasında polis, üniversiteye girmesi kanunen yasak olduğu halde öğrenci yatakhanelerini bastı ve bu baskın sırasında Vedat Demircioğlu, resmî açıklamaya göre pencereden düşerek, arkadaşlarına göre öldürülerek hayatını kaybetti. Şubat 1969’da 6. Filo böylesi bir siyasi atmosferde Türkiye’ye geliyordu. 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto eden Ankara, İzmir, Trabzon ve İstanbul’daki küçük çaplı gösterilerin ardından öğrenci ve işçi örgütleri 16 Şubat’ta İstanbul’da emperyalizm ve sömürüye karşı bir yürüyüş ve miting yapma kararı aldı. 76 gençlik örgütünün katılacağı gösteri için valilikten gereken izin alındı.
Ancak protesto gösterisinin duyulmasının ardından 14 Şubat’ta Komünizmle Mücadele Derneği ile sağ kesimin denetiminde olan Milli Türk Talebe Birliği’nin öncülüğünde “Bayrağa Saygı” mitingi düzenlendi. Mitingin gerekçesi, 11 Şubat 1969 günü Beyazıt Kulesi’ne, bir yıl önce hayatını kaybeden Demircioğlu’nun anısına, üstünde fotoğrafının bulunduğu bir bayrağın çekilmesiydi. Ertesi gün bu, “Beyazıt Kulesi’ne kızıl bayrak çekildi” diye yayımlandı. Mitingde konuşma yapan Komünizmle Mücadele Dernekleri Başkanı İlhan Darendelioğlu kürsüde şunları söylüyordu: “Memlekete ihanet eden bu hainleri toprağa gömme zamanı gelmiştir… Pazar günü komünistler miting yapacak. Biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin…”
16 Şubat’ta, emperyalizm karşıtı olan göstericiler Taksim’e doğru yürüyüşe geçmek üzere Beyazıt’ta toplanırken “komünistlere gereken dersi verme” çağrısına uyan sağcılar Taksim Meydanı’na geldi. Burada toplu kılınan namazın ardından taşlı ve sopalı bir bekleme başladı. Beyazıt Meydanı’nda toplanan gençlik örgütleri yürüyüşe geçerek Sultanahmet, Sirkeci, Eminönü, Karaköy ve Dolmabahçe üzerinden Taksim Meydanı’na ulaştı. Taksim Meydanı’nda polis, göstericilerin önünü keserek küçük gruplar halinde alana girmelerini sağladı. Sağcılar, alana giren emperyalizm karşıtı göstericilere polis barikatını aşarak taşla, sopayla ve bıçakla saldırdı. Tekbirler eşliğinde saldıranlar, göstericilerden Ali Turgut Aytaç’ı ve Duran Erdoğan’ı bıçaklayarak öldürdü, yaklaşık 200 kişiyi de yaraladı. Polislerin olaya pek bir müdahalesi olmadı.
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğrenci Derneği Başkanı Harun Karadeniz, sonrasında Olaylı Yıllar ve Gençlik kitabında o sabahı şöyle anlatacaktı:
İlk haber Dolmabahçe Camii’nden geldi. Kalabalık bir grup cami çevresinde toplanmış, namaz kılıyordu. Saat 10.00 sularında durumu bizzat görmeye gittim. Topluluğun çoğunluğu sakallı, bereli kimselerdi. Bize saldıracak olan bunlardı. Şehrin yabancısıydılar, garip bir sessizlik içinde ve merakla çevrelerini seyrediyorlardı… Samimiler, inanmışlar sonuna kadar ve ölümü göze alarak kalkıp gelmişler buraya. Dini ve vatanı kurtaracaklar, can pahasına da olsa yapacaklar bu işi…
Saldırı olacağı apaçık ortadaydı, ama… Harun Karadeniz şöyle anlatıyordu: “Durum ne kadar sakıncalı olursa olsun biz silahlanmadan ve kendimizi kavgaya göre hazırlamadan yürüyecektik. Evet, biz o zaman böyle düşündük ve öyle de yaptık. Sonradan bizi hatalı bulanlar ve eleştirenler oldu.”
İktidardaki Adalet Partisi dışındaki siyasi partiler dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan’ın istifasını istedi. Buna karşılık Sükan suçu solcu öğrencilere yükledi ve polisin normal görevini yerine getirdiğini belirterek tepkilere kayıtsız kaldı. Bu arada Adalet Partisi üyesi bazı milletvekilleri de suçlamalara katıldı. İki kişinin öldürüldüğü, yüzlerce insanın yaralandığı saldırıyla ilgili olarak cezalandırılan kimse yoktu. Öldürülen Ali Turgut Aytaç’ın bıçaklanma ânını gösteren fotoğraftaki bıçaklı kişi ve izleyen polis sorgulandı. “Bıçağı yerde buldum,” diyen zanlı Seyit Atmaca serbest kalırken, polis Haşim Bozkurt önce tutuklandı, daha sonra mahkeme tarafından suçsuz bulunarak serbest bırakıldı.
Bu olaylardan 18 yıl sonra, 1 Şubat 1987 tarihli Nokta dergisi, Kanlı Pazar dosyasını yeniden açtı ve dönemin İstanbul Valisi Vefa Poyraz ve İçişleri Bakanı Faruk Sükan’a görüşlerini sordu. Poyraz’a göre ortada “irticai bir hareket” yoktu ve “Sizler bilirsiniz, bugün kapatılmış bir parti var (Türkiye İşçi Partisi), o partinin milletvekillerinin de içerisinde oldukları bir yürüyüş var, bir de buna reaksiyon gösteren sağ var. 171 sayılı kanuna göre sol yürüyor, bu yürüyüşe mâni olmak isteniyor, idare de bunları önlemek istiyor. Ama Taksim’de ani bir halk hareketi, ani bir karşılaşma oluyor, iki kişi maalesef hayatını kaybediyor,” diyordu. Faruk Sükan ise olayları şöyle açıklıyordu: “Kanlı Pazar dediğiniz komünist olaylarını soruyorsunuz… Tedbir almasaydık, 6-7 Eylül olaylarından daha korkunç hadiseler çıkaracaklardı. Solcu kanat. Açık yani. Türkiye’de bir komünist manifestosu hadisesidir o.” Böylece devlet görevlilerinin ve muhafazakâr iktidarların yaşanan her olayda mağdurları suçlama geleneği sürdürüldü.
1 MAYIS 1977
İşçi sınıfı mücadelesini ve birliğini vurgulayan 1 Mayıs kutlamaları devlet, işçi örgütleri ve devrimci örgütler arasında hep bir çatışmanın ve mücadelenin konusu oldu. 1923’te resmen “Amele Bayramı” olarak ilan edilen 1 Mayıs’ın kitlesel bir halde kutlanabilmesi için yaklaşık 50 yıl kadar beklendi.
İlk kitlesel 1 Mayıs kutlaması, 1976’da Taksim Meydanı’nda gerçekleşti. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) hak mücadeleleri ve örgütlenme konusunda giderek güçlendiği bir döneme denk gelmişti. Bunda sanayileşmenin de rolü vardı; örneğin otomotiv sektöründeki gelişme işçi sayısının artmasına ve işçilerin devrimci mücadele ekseninde örgütlenmesine yol açıyordu. 12 Mart’ta hapsedilen devrimci kadrolar 1974 affıyla hapisten çıkınca, dinamik bir gençlik ve işçi hareketiyle buluştu. Ancak ana akımlar mevcudiyetini korusa da 12 Mart sonrası cezaevlerinde ve dışarıda yaşanan tartışma süreci solda yepyeni örgütlerin kurulmasına da yol açtı. Bu nedenle 1970’li yılların ortasından itibaren çok sayıda sol örgütün varlığından, aralarında gerilim hatta zaman zaman çatışmaların yaşandığından ve solu altında toplayabilecek bir çatının mevcut olmadığından bahsetmek mümkün. Bu ayrışmalara rağmen milyonları kapsayan güçlü bir halk hareketinin varlığından da…
DİSK, 1976 1 Mayısı’nda Taksim’de 150 bin kişinin katıldığı kalabalık bir miting düzenlemiş, gerek işçilerin gerekse devrimci gençliğin katıldığı miting olaysız sona ermişti. Bu nedenle DİSK, bir önceki yılın başarısından da güç alarak 1977 1 Mayısı’nı daha görkemli bir mitingle yine Taksim’de kutlamaya karar verdi. 1 Mayıs 1977, Türkiye solunun görkemli bir gövde gösterisi olmaya adaydı ve sol örgütlerin hemen hepsi Taksim’deki kutlamaya kitlesel olarak katılmaya hazırlanıyordu.
Ancak Türkiye’de 1 Mayıs’ın bu denli görkemli kutlanmasından rahatsızlık duyanlar vardı. Sağın kalemleri 1 Mayıs 1977 öncesinde köşe yazılarında bunu açıkça dile getirdi: “Arabalar tahrip edilecek, camlar kırılacak, inşallah aldanırız ama kanlar akacak.” Farklı bir gerginlik de sol içinde yaşanmaktaydı. Taksim alanında 1 Mayıs’ı kutlama izni DİSK’e verilmişti. Düzenleyici olarak DİSK de mitingin kendi belirlediği kurallarla sınırlanmasından yanaydı. Bu yüzden kendisine ters düştüğüne inandığı Halkın Kurtuluşu, Halkın Yolu, Halkın Birliği ve Aydınlık gruplarının kutlamaya katılmasını istemiyordu. Devrimci Gençlik ve Kurtuluş grupları ise ancak slogan sınırlamasıyla alanda yerlerini alabilirdi. Aydınlık grubu herhangi bir provokasyonu önleme adına mitinge katılmayacağını miting öncesinde açıkladı.
DİSK, alanda kimin nerede duracağını güvenlik görevlilerine iletmiş ve 20 bin DİSK’liyi özel giysileriyle bu düzeni korumakla görevlendirmişti. Ayrıca yürüyüş güzergâhı boyunca 15 emniyet müdürü, 315 amir, 3.094 polis, 207 bekçi, 81 motorlu ekip, dokuz panzer ve jandarma birliği 1 Mayıs’ın güvenliğini sağlayacaktı. 1 Mayıs 1977 günü İşçi Bayramı’nı kutlamak üzere çeşitli illerden İstanbul’a gelen yaklaşık 500 bin kişi, DİSK’in organizasyonu önderliğinde Taksim Meydanı’nı doldurdu. Üçlü grup ile DİSK arasındaki gerginlik bile az çok tatlıya bağlanmış, arada boşluk bırakılması şartıyla kortejin en arkasından yürümelerine izin verilmişti.
Katılımın yüksek olması sebebiyle kortejlerin alana girmesi uzun sürdü, miting uzadı. Saat 19.00 sularında dönemin DİSK Başkanı Kemal Türkler konuşmasının sonuna geldiğinde Tarlabaşı’ndan Taksim’e çıkılan Abdülhak Hamit Caddesi’nde silah sesleri duyuldu. Yüz binlerce insan birbirini eze eze kaçışmaya başladı. Kargaşa ve panik sürerken Sular İdaresi ve Intercontinental Oteli’nden (The Marmara) kalabalığın üzerine uzun namlulu silahlarla ateş edildi. Bu sırada nereden geldiği bilinmeyen bir panzer alana girerek toplananların üzerine su sıkmaya ve insanları çiğnemeye başladı.
Taşkışla yolundan hızla iki panzer alana girdi. Sıkışmış olan kalabalığı, yeniden kürsüye doğru kaçmaya yöneltecek şekilde ucundan tarayarak ve otelin önünden geçerek Atatürk anıtına doğru hareket ettiler. Net olarak renkli giysili açık renk saçlı bir kadının panzer altında kaldığını gördüm. Panik ile kalabalığın dağılışı bundan sonra daha da süratlendi. Panzerler, aynı yöntemle birkaç kez geçtiler.
Olayı otelin önünden izleyen Cumhuriyet gazetesi yazarı Şükran Ketenci’nin anlatısından alıntılanmıştır.
Kaçıp canını kurtarmaya çalışan yüzlerce insan Kazancı Yokuşu’na doğru yöneldi. Olaylar başlamadan az önce Kazancı Yokuşu’nun başına mavi renkli bir Fiat kamyonet park etmişti ve yerde rastgele duran tekerlekli el arabaları Kazancı’ya girişi engelliyordu. Bu sırada beyaz renkli bir Renault yokuşun aşağısındaki garajdan hızla çıkarak yokuş yukarı gazladı. Renault’nun ön camından uzanan uzun menzilli bir namluyla art arda ateş edildi. İnsanlar neye uğradıklarını şaşırarak sağa sola kaçıştı ve birbirlerini ezdi. Tomsonlu beyaz Renault ise Sıraselviler yönüne kıvrılarak gözden kayboldu. İnsanlar panzerler altında kalarak ve birbirlerini ezerek kaçmaya devam etti. Bu karambolde 28 kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, beş kişi vurulma nedeniyle, bir kişi ise panzer altında kalarak yaşamını yitirdi, yaklaşık 130 kişi de yaralandı. Ölenlerin çoğu Kazancı Yokuşu’nun başına park edilmiş kamyon yüzünden sıkışmıştı. Olayların ardından dönemin İstanbul Valisi Namık Kemal Şentürk ve Emniyet Müdürü Nihat Kaner’in yaptığı açıklamalar, devlet görevlileri ve muhafazakâr politikacıların yaklaşımının aradan 50 yıl geçse de değişmediğini gösterir nitelikte: “…DİSK’in tertip ettiği miting normal bir şekilde sürmüştür. Ancak dağılmaya çok az bir süre kala, bazı gruplar Taksim alanına sızmışlardır. Çatışmayı bu sızan grubun başlattığı tanık ve çeşitli belgelerle saptanmıştır. Güvenlik kuvvetlerinin cansiperane karşı koymaları sonucu, daha da korkunç bitebilecek bu çatışma önlenmiştir. Hatta bir yağma, bir çapulculuk, anında alınan önlemlerle bastırılmıştır.”
Başbakan Süleyman Demirel ise olay gecesi olağanüstü Bakanlar Kurulu toplantısına girmeden önce şu sözleri sarf etmişti: “Kemal Türkler, mitingi bir türlü sonuçlandırmadı ve uzattı. Kemal Türkler’in, bu caninin meydana getirdiği bu olaylar, 15 Haziran olaylarının bir devamıdır… Maoist grup tarafından yaratılmıştır… DİSK mitinginde, CHP’nin belediye başkanı Ahmet İsvan da vardı. TİP’ten (Türkiye İşçi Partisi) de elemanlar vardı. İşte komünizmi tehlike olarak görmezlerse olaylar buraya kadar varır.” 6 Mayıs günü CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’le görüştü. Görüşme sonrası “bazı kuşkuları” olduğunu belirtti ve ertesi gün CHP’nin İzmir mitinginde bu kuşkularını şöyle dile getirdi: “Ben, devlet içinde yer almakla beraber, hiç değilse devlet gücünden kaynaklanmakla beraber, demokratik hukuk devletinin denetim alanı dışında kalan bazı örgütlerin, bu olaylarda başlıca etken olduğunu ve hükümetin iki kanadının da gereken önlemleri alacak yerde, bu örgütlerden yararlanmak istediği kanısındayım.” Mehmet Ali Birand’ın 12 Eylül Saat: 04.00 kitabında yazdığına göre, Ecevit’in “kuşkuları” kamuoyunda kontrgerilla olarak bilinen Özel Harp Dairesi ile ilgiliydi.
Olaylar sonrasında 470 kişi gözaltına alındı, 98 kişi hakkında dava açıldı. Dosya için altı cumhuriyet savcısı görevlendirildi ancak soruşturma yapılmadı ve altı cumhuriyet savcı yardımcısı, 17 klasör tutan soruşturma evrakından 41 sayfalık bir iddianameyle eldeki sanıkları mahkemeye sevketti. Sanıklar, olaylar sonrasında Tophane ve Dolmabahçe’de gözaltına alınan göstericilerden oluşuyordu ve dosya 27 gün gibi rekor bir sürede iddianameye dönüştürüldü. Ancak ne hikmetse savcılık soruşturmaya gerek görmedi.
1 Mayıs davası iddianamesi, ilk silah atışının Abdülhak Hamit Caddesi’nden geldiğini, arkasından iki el daha silah atıldığını, Intercontinental Oteli’nin önünden de iki el silah sesi duyulduğunu belirtiyor. Ateş açılan başka yerler ise şöyle belirlenmiş: “Tesadüfi olmayan bu atışları, Intercontinental Oteli’nin muhtelif kat ve bölümlerinden, bu otelin yanındaki inşaat ve çiçekçi dükkânının içinden, PTT binasının üstünden, Pamuk Eczanesi’nin üstünden veya civarından aynı anda başlayan seri atışlar izlemiştir.” Otelin Taksim alanına bakan birinci katında soldan sağa sıralanan camların 7, 9, 10, 11, 12 ve 16. bölmelerinde kurşun delikleri görülmüştü. Savcılık makamı, daha ilk oturumda asıl faillerin mahkeme huzuruna getirilmesi talebinde bulundu. Mahkemede daha sonra tanık konumundaki polislerin birçoğunun ifadelerini geri aldığı görülmüş, bunların arasında aynı anda 49 sanığı teşhis eden bir polis memuru da yer almıştı.
Ana akım medya 1 Mayıs’ın hemen akabinde, olayların solcular arasında bir çatışmadan kaynaklandığı tezini ileri sürdü. Türkiye sağı da bu teze bugüne kadar sahip çıktı. Cumhuriyet, Politika ve Vatan gazeteleri dışında bütün basın, 2 Mayıs gününden başlayarak bu temayı işlemiş, “Maocu vatan hainleri, işçi bayramını kana buladı” denmişti.
Nokta dergisi, 4 Mayıs 1986’da hazırladığı bir dosyayla hem beyaz Renault’dakilerle hem de panzer sürücüleriyle konuştu. Beyaz Renault, 1. Şube’ye aitti. Panzer sürücüleri de iddiaya göre çıkan çatışmayı engellemek için alana girmişlerdi. Olay hiçbir zaman aydınlatılmadı. Ne Kazancı Yokuşu’ndaki kamyon ne beyaz Renault ne de Intercontinental otelinden açılan ateşin kaynağı öğrenilemedi. Fakat olaydan bir gün önce otele CIA ajanlarının yerleştiği ve olaydan sonra kayıtların silinerek örtbas edildiği iddia edildi. Aynı dönemde MİT tarafından Başbakan Süleyman Demirel’e olası bir darbe için uyarıda bulunuldu. 1 Mayıs soruşturmasının iddianameye dönüştürüldüğü gün, Bülent Ecevit’e İzmir Havaalanı’nda suikast girişiminde bulunuldu.
Ne Ecevit’e suikast girişimini daha önceden kendisine haber veren Demirel ne de suikast girişimine mağruz kalan Ecevit, 1 Mayıs katliamının ya da Özel Harp Dairesi’nin faaliyetlerinin aydınlatılması konusunda bir şey yapmadı. Sadece olaylardan hemen sonra, 1 Haziran 1977’de Kara Kuvvetleri Komutanı emekliye sevk edildi.
TAKSİM'DE 1 MAYIS KRONOLOJİSİ
1912’de İstanbul’daki ilk 1 Mayıs kutlaması Pangaltı’daki Belvü bahçesinde gerçekleşti.
1923’te 1 Mayıs günü yasal olarak “Amele Bayramı” ilan edildi.
1924’te hükümet kitlesel 1 Mayıs kutlamalarını yasakladı.
1925’te çıkan Takrir-i Sükun Yasası, İşçi Bayramı’nı kutlamayı yasakladı ve uzun yıllar bu yasak geçerliliğini korudu.
1935’te 1 Mayıs’a “Bahar ve Çiçek Bayramı” adı verildi ve ücretsiz tatil günü ilan edildi.
1975’te 1 Mayıs, Tepebaşı Gazinosu’nda düzenlenen kapalı salon toplantısıyla kutlandı.
1976’da uzun yıllar sonra ilk defa geniş katılımlı 1 Mayıs kutlaması Taksim’de Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun organizasyonu altında gerçekleşti.
1977’de Taksim’de yaklaşık 500 bin kişiyle en geniş katılımlı 1 Mayıs toplantısı düzenlendi. Açılan ateş sonucu çıkan kargaşada 34 kişi öldü, yüzlerce kişi yaralandı.
1978’de Taksim Meydanı’ndaki kutlamaya yüzbinlerce kişi katıldı.
1979’da Sıkıyönetim Komutanlığı, İstanbul’da miting yapılmasına izin vermedi, sokağa çıkma yasağı ilan etti. Buna rağmen İstanbul sokaklarında yüzbinlere ulaşan rakamlarla korsan 1 Mayıs kutlandı. 1981’de Milli Güvenlik Konseyi, 1 Mayıs’ı resmî tatil günü olmaktan çıkardı.
1989’da Taksim’e Tarlabaşı yönünden çıkmaya çalışan Cephe kortejinde olduğu iddia edilen işçi Mehmet Akif Dalcı polis kurşunuyla yaşamını yitirdi.
1996’da Taksim Meydanı’nın yasaklı olduğu gerekçesiyle Kadıköy’de düzenlenen 1 Mayıs kutlamalarına yaklaşık 150 bin kişi katıldı. 2006’da en geniş katılımın yaşandığı ilçe Kadıköy oldu. Çeşitli sendikalar ve gruplar saat 12.00 sularında Rıhtım Caddesi’ne yürüdü. Düzenlenen miting sonrası saat 16.00 sularında gruplar tamamen dağıldı.
1977’de yaşanan olayların 30. yılına denk gelen 2007’de, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi’nin yürüttüğü kampanyayla Taksim tartışması küçük sol grupların talebi olmaktan çıktı ve Türkiye’nin en önemli sendikasının politikası haline geldi. Polis, gün boyu grupları silah, biber gazı, gaz bombası kullanarak durdurmaya çalıştı. 100’den fazla kişi yaralandı. Valiliğe göre 580, diğer kaynaklara göre 700’e yakın kişi gözaltına alındı. Ancak bu koşuşturmanın ardından 1.000’e yakın bir insan topluluğu Taksim’de The Marmara otelinin önünde bir açıklama yapabildi.
Nisan 2008’de 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kabul edildi. Ancak gruplar Taksim’e yaklaşamadı.
Nisan 2009’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verilen önergeden sonra 1 Mayıs tekrar resmî bayram olarak kabul edildi. Valiliğin ortaya attığı “makul sayı” şartıyla sendikaların Taksim’de kutlama yapması konusunda anlaşıldı ve 5.000’den fazla sayıda bir insan topluluğu Harbiye üzerinden kortej halinde Taksim’e çıkabildi. Böylece 1 Mayıs, fiili olarak uzun yıllardan sonra Taksim’de kutlanmış oldu.
2010’da 1 Mayıs, yaklaşık 140 bin kişinin katılımıyla Taksim’de kutlandı.
2011’de Taksim Meydanı’ndaki coşkulu kutlamalarda şarkılar çalındı, söylendi, Grup Yorum mini bir konser verdi.
2012’de Taksim Meydanı’na kurulan kürsüde çok sayıda aydın, sanatçı, sendika yetkilisi konuşma yaptı. Meydanda halaylar çekildi, şarkılar söylendi.
2013’te 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasını yasaklayan Tayyip Erdoğan, konfederasyon başkanlarıyla yaptığı görüşmede “Ben istersem izin veririm, istemezsem vermem,” dedi. Gerekçesini ise teknik nedenler, inşaat çalışması, insanların başına çukur yüzünden bir şey gelmesini istememesi olarak açıkladı. İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Taksim’de inşaat alanı olduğunu bahane ederek, meydanın 1 Mayıs kutlamalarına kesinlikle kapalı olacağını açıkladı. Taksim’e çıkmak isteyen çok sayıda gruba polis müdahale etti.
2014’te Taksim Meydanı’ndaki kutlamalar İstanbul Valiliği tarafından yasaklandı. Vapur seferleri iptal edildi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Taksim’e çıkan tüm yolların kapalı olduğunu açıkladı. Polis, İstanbul’un farklı semtlerinde Taksim Meydanı’na gitmek isteyen göstericilere saldırdı, çok sayıda kişi yaralandı ve gözaltına alındı.
2015’te İstanbul’daki kutlamalara polisin Taksim ablukası ve gözaltılar damgasını vurdu. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için Beşiktaş’tan yürüyüşe geçmeye çalışan gruplara polis müdahale etti. Beşiktaş’ta bir genç karnından bıçaklandı. İstanbul Valisi Vasip Şahin, yaptığı açıklamada 203 kişinin gözaltına alındığını bildirdi. Şahin ayrıca altı polis ve 18 göstericinin yaralandığı bilgisini paylaştı. Avukatların oluşturduğu kriz masası 20.30 itibariyle gözaltı sayısının en az 356 olduğunu duyurdu.
2016’da mitingin yapıldığı Bakırköy Halk Pazarı alanına yürüyen HDP’liler ile polis arasında arama noktasında tartışma çıktı. İkinci arama noktasında yaşanan tartışma büyüyünce polis biber gazıyla müdahale etti.
2017’de 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü, DİSK, KESK, TMMOB ile TTB’nin çağrısıyla Bakırköy Halk Pazarı’nda kutlandı. Kent genelindeki kutlamalar sırasında 165 kişi gözaltına alındı.
2018’de 1 Mayıs, Türkiye genelinde coşkuyla kutlandı. Ancak İstanbul’daki etkinlikler valilik kararıyla Maltepe’deki miting alanında yapıldı. İstanbul’da çoğu Taksim Meydanı’na çıkmak isteyen en az 84 gösterici gözaltına alındı.